3 Kasım 2019 Pazar

Gittim ve Döndüm

Bu satırları kaç defa yazdım, kaç defa sildim şu son birkaç ayda bilmiyorum. Bir seferinde hikayemi anlattım bir başka seferinde teşekkür ettim, dönüşüme küfrettiğim de oldu dönmenin bazen güzel bir şey olduğunu anlattığım da. Defalarca kez başladım yazmaya ama hiçbirini tamamlayamadım.

Birçok iyi ve bir iki tane de kötü anıyla sekiz ay geçirdim. Onlarca arkadaş edindim, kilometrelerce yol yürüdüm, sanayide çalıştım, Japon bir patronum oldu, Endonezya’nın bir köyünde ders verdim, Malezya’da internet kafede 10 saat yerimden kalmadan oyun oynadım, otele nasıl döndüğümü hatırlamadığım gecelerim de oldu otele dönmediğim gecelerim de. Kısacası hayatımın en kaliteli, en çok özleyeceğim sekiz ayını geçirdim dünyanın bir ucunda. 

Her ne kadar eski hayatıma dönsem de kendimi hala T*kyo’da gibi hissettiğim oluyor. Yolda yürürken, vapura binerken, yemek yerken kendimi mutsuz ve tehdit altında hissediyorum. Hatta bazen iyice çekilmez oluyorum, insanlarla sohbet etmek istemiyor, huysuz huysuz ortalıkta dolanıyorum. Ama bazen de Kadıköy’de dördüncü birayı içmiş keyifle gülerken ya da arkadaşlarımla, ofisin tuvaletinde iğrenç sohbetler ederken buluyorum kendimi.

Sanırım bütün bunlar tam olarak “alışmak” demek oluyor. “Dağları görmek istiyorum Gandalf, dağları” diyeceğim güne kadar sürdüreceğim hayatıma alışmak.

İstanbul, Türkiye.

22 Temmuz 2019 Pazartesi

Masa

Tarih 11.07.2019, saat gece 2 civarı. Yakınlardaki bir barda yiyip içtikten sonra hostele dönmüştük. Altı yedi kişi, hostelin çatı katında, çiseleyen yağmurun altında oturuyorduk. Sol çaprazımızda, benim binam dediğim, Harukas Binası gecenin karanlığında parıldıyordu. Masada aylar önce tanıştığım Keisuke de vardı o gün tanıştığım Pablo da. Birazcık da alkolün etkisinden olacak, 10 saat sonraki Güney Kore uçağıma inat, keyifle sohbet ediyordum.

Saat 2’yi geçerken, bir ay kadar önce tanıştığım ama ne yazık ki son bir haftada samimi olduğum Denise, bana dönüp “Ben yatıyorum. Sen yatmayacak mısın ?” diye sordu. Bir süre tereddüt ettim kalkmakla kalkmamak arasında sonra yutkunup masadan kalktım. Aylarımı birlikte geçirdiğim insanlara veda ettim ve uyumak için odama gittim.

Seul, Kore

13 Haziran 2019 Perşembe

Seyahat Böyle Bir Şey

Birkaç hafta önce, kaldığım hostelde çalışan gönüllülerden birisi, seyahatine devam etmek için hostelden ayrıldı. Yakın arkadaş sayılmazdık hatta hostelden ayrıldığını üç gün sonra fark etmiştim. Birkaç gün önce, birlikte seyahat ettiği kardeşleri ile yoldan geçerken hostele uğradı. Kısa bir sohbetten sonra sarıldık ve vedalaştık. Sanki bir şeyler de onunla birlikte gitti. 

Dün de odadaki komşum bir aylığına hostelden ayrıldı. Odaya girdiğimde pencere kenarına oturmuş bilgisayarında vergi evrakları dolduran bir komşum yok artık. O döndüğünde de ben gitmiş olacağım. Sanırım seyahat böyle bir şey, içerisinde bir sürü merhaba ve elvada barındırıyor. 


Osaka, Japonya

31 Mayıs 2019 Cuma

Yaşam Masraflarımızı Azaltmamız Lazım

Eskiden ellerimde nasır ya da ufak tefek yaralar yoktu. Kağıt kesiği en büyük korkumdu. Şimdi ise avuçlarım ve parmak uçlarım sert metale, vidalara, çekiçlere dokunmaktan ufak ufak soyulmaya başladı. Bir de lacivert pantolonum vardı. Artık lacivert değil. Güneydoğu Asya’nın güneşi ve dükkanın tozu rengini değiştirdi. Metal kablolardan dolayı bir iki yerinden dikişleri attı. Mecburen dükkanda giyiyorum sadece. Ayakkabılarım ise Allah’a emanet. Tozdan ve eğilip bükülmekten canı çıktı. Demeyin öyle ben de biliyorum yeni bir şeyler almayı. Ama gidecek daha çok yolum var. Hem ne demiş Başkan Truman “Yaşam masraflarımızı azaltmamız lazım.”


Osaka, Japonya

30 Mart 2019 Cumartesi

İmam Hatip Kütüphanesinde Duş Almak

Seyahatime başlamadan birkaç hafta önce, Kayseri’de ailemin evinde yola çıkmak için heyecanla gün sayarken Workaway üzerinden bir mesaj geldi. Gelen mesajda, Pakde isimli birisi beni Endonezya’daki bir köye, çocuklara İngilizce öğretmeye davet ediyordu. Köyün yerine internetten baktığım zaman düşündüğüm ilk şey “ne işim var benim bu kuş uçmaz kervan geçmez yerde” oldu. Daha sonra etraflıca düşününce, bu işin gerçek Endonezya’yı görmek için çok iyi bir fırsat oluğunu fark ettim ve Pakde’ye, işi kabul ettiğimi ve hangi tarihlerde orada olacağıma ilişkin bir mesaj attım.

Pakde ile yaptığım konuşmadan üç buçuk ay sonra nihayet Endonezya’ya gelmiştim. Hava; gölgede, hiç kıpırdamadan durduğum zamanlarda dahi inanılmaz derecede boğucuydu. Bali’de geçirdiğim üç günden sonra çalışacağım köye gitmek için hazırdım. Çalışacağım köy Endonezya’nın, Sulawesi Adası’ndaki Güney Sulawesi bölgesinde Balantang isimli bir köy idi. Balantang’a gidebilmek için öncelikle Bali’den Makassar’a uçakla gitmem, daha sonra da Makassar’dan 12 saatlik bir gece otobüsü yolculuğu yapmam gerekiyordu.

Bali’den Surabaya’ya olan ilk uçağım saat 10.15’teydi. Bu yüzden sabah 7 civarında kaldığım hostelden ayrıldım ve Grab ile havaalanına gittim. Havaalanında uçağın saatini beklerken. önceki geceden çantama koyduğum fıstık ezmesi ve ekmek ile kahvaltı yaptım. Ben kahvaltımı yaparken uçağın saati de gelmişti. Yaklaşık 50 dakikalık bir yolculuktan sonra Surabaya şehrine geldik. Havaalanından çok otogara benzeyen havaalanında, 3 saat bekledikten sonra Makassar uçağımın saati geldi ve yaklaşık bir buçuk saatlik bir yolculuktan sonra Makassar’a ulaştım.

Makassar’a indiğimde gene Grab ile 12 saatlik yolculuğumu yapmak için derme çatma olan Daya Otobüs İstasyonu’na gittim. Otobüs istasyonunun derme çatmalığını gördüğüm zaman 12 saat geçireceğim otobüsün halini düşünemiyordum bile. Ama endişem tamamen yersiz çıktı. Akşam saat 7 gibi gelen otobüs, daha önce hiçbir ülkede görmediğim kadar lükstü. Kliması ve koltukları Makassara geldiğim uçaktan çok daha iyiydi. Otobüste geçirdiğim 12 saatten sonra Malili Otobüs İstasyonu’na ulaşmıştım. Tam bir gündür yoldaydım ve kelimenin tam anlamıyla leş gibiydim. 

Malili Otobüs İstasyonu’na geldiğim zaman daha önceden irtibat kurduğum, isminin Pakde olduğunu düşündüğüm kişiye otobüs istasyonuna geldiğimi söyledim. Bana, birkaç dakikaya orada olacağını söyledi. Ben de otobüs istasyonunda onu beklemeye başladım. Yaklaşık on beş dakika sonra yanıma isminin Pakde olduğunu düşündüğüm kişi geldi. O an öğrendim ki aslında iletişim kurduğum kişi başından beri Pakde değil Aan isimli bir İngilizce öğretmeniymiş. “Pakde” ise Endonezya’da köy muhtarlarına verilen isimmiş ve aslında köy muhtarının adı Musakkir’miş. Aynı zamanda Aan, köydeki çocuklara İngilizce öğreten kursun da başındaki kişiymiş. Bu aydınlanmadan sonra Aan’ın motoruna binip onun çalıştığı okula gittik. Gittiğimiz okul, din ve Arapça dersi ağırlıklı, Türkiye’deki imam hatiplere benzer programı olan bir okuldu. Okula gittiğimizde, orada çalışan diğer öğretmenlerin benim geleceğimi çoktan bildiğini fark ettim. Aan ders için sınıfa gittiğinde, dil konusunda yaşadığımız sıkıntıya rağmen, elimizden geldiğince Türkiye, siyaset, Endonezya yemekleri gibi konulardan sohbet ettik. 

Aan dersten döndüğünde, Aan’ın ailesi ile birlikte yaşadığı eve gitmek için hazırlanmaya başladım ama diğer öğretmenler bizi öğle yemeğine davet etti. Ben de, her ne kadar istesem de çok uzun bir yoldan geldiğimi ve duş almam gerektiğini söyledim. Bunun üzerine bana, kütüphanede duş alabileceğimi söylediler. Şaşırmış bir vaziyette tamam dedim ve çantamı sırtlanıp ve Aan ile birlikte kütüphane binasına gittim. Banyonun, binanın alt katında ya da en azından çalışma odasından uzakta bir yerinde olacağını düşünsem de tam aksine çalışma odasının hemen yanındaydı. Her gün olduğu gibi “ne yapıyorum ben Allah aşkına” diyerek bir imam hatip okulunun kütüphanesinin, kapısında kilit olmayan, aynı zamanda tuvalet olarak da kullanılan banyosunda, duşumu aldım.


Balantang, Güney Sulawesi, Endonezya

15 Mart 2019 Cuma

Couchsurfing Nedir ?

Kat, Manila’ya gittiğim zaman beni havaalanından alıp en yakın MRT istasyonuna bırakması ve Japonya’da kazandığım paranın bir kısmını, güvenlik gerekçesi ile, saklaması için kardeşi Kelly’i aramıştı. Manila Havaalanı’na geldiğimde Kelly ile haberleşip beni sabah saat 4.30’da alması konusunda anlaştık. Saat 4.30 olduğunda Kelly ile havaalanının kapısında buluştuk. Kısa bir şehirde nereye gitmeliyim neye dikkat etmeliyim sohbetinden sonra paramın neredeyse yarısını ona emanet ettim ve beni, Couchsurfing’den bulduğum James’in evine gitmem için, MRT Ayala İstasyonu’na bıraktı. James’in evine gittiğimde saat sabah 7.30 civarındaydı. Güvenlik beni binaya almadığı için James’i arayıp uyandırmam hatta güvenliğe çağırmam gerekmişti.

James ile geçirdiğimiz iki günde şehri ve ülkeyi yavaş yavaş tanımaya başlamıştım. Sokaklarda yürüyor; insanları yemek yerken, alış veriş yaparken; sokakta hiçbir şey yapmadan yatarken izliyordum. Aklımda, Manila’nın kuzeyindeki, arkadaşlarımın hiçliğin ortası dediği benimse anlamsızca görmek istediğim, Angeles’e gitmek vardı. Küçük bir plandan sonra, Couchsurfing’den, iki gece kalmak için Cottnie isimli birisini buldum. İki gün sonra Palawan’a gitmek için Manila’ya geri döneceğim için, kalan paramın çoğunun da içinde olduğu, büyük sırt çantamı James’in evinde bırakıp iki günlük eşyamı küçük sırt çantama koyduktan sonra cumartesi sabah saatlerinde Manila’dan ayrıldım.

Manila’nın iğrenç trafiğinde sıkıştıktan sonra otoyola çıktık ve 2 saatlik bir yolculuktan sonra Angeles’e geldik. Cottnie, bana Dau Terminali’nden Jeepneye binip SM Clark’a gelmemi söyledi. Ama ben elbette ki onu dinlemeyip yaklaşık yarım saatlik yolu güneşin altında yürüdüm ve sonunda  sıcaktan nevrim dönmüş bir şekilde SM Clark Alışveriş Merkezine’a geldim. Alışveriş merkezine girdikten sonra içeride bir süre oturup soluklanabileceğim bir yer ararken bir Starbucks gördüm ve oturdum. Cottnie’ye mesaj atıp geldiğimi söyledikten hemen sonra bana, yanında Fransız Pastanesi olan çıkış kapısına gitmemi benim için araba yollayacağını söyledi. Ne olup ne bittiğini anlamadan bahsettiği kapıyı buldum ve Cottnie’yi arayıp kapıda olduğumu söyledim. O da bana taksi gönderdiğini birazdan orada olacağını söyledi. Beklerken taksi geldi ve klasik taksici muhabbeti eşliğinde Cottnie’nin taksiciye verdiği adrese gittik. Taksi şehrin ara sokaklarında geçerken birazcık ürkmedim değil açıkçası çünkü daha önce Filipinler’de arka ve ara sokaklarda dolanmanın tehlikeli olacağını duymuş ve gözlemlemiştim. Ama korktuğum gibi bir şey olmadı ve taksici beni inmem gereken yerde indirdi. Cottnie beni bilmediğim bir şehrin, açıkçası o zamanlar tehlikeli olduğunu düşündüğüm sokaklarda dolanma zahmetinden kurtarmanın yanında bir de taksi ücretimi ödemişti.

Taksiden indiğim yer Cottnie’nin manikür, pedikür yaptırdığı bir kuaförün önüydü. Kapıda beni Cottnie’nin arkadaşı karşıladı ve içeri girdik. Türkiye’de böyle bir durum olmayacağı için garipseyip dışarıda bekleyebilirim dedim ama içerideki kimse benim orada olmamı umursamadı ben de Cottnie’nin yanına oturdum. Sonra başladık sohbet etmeye. Cottnie beni ve ne yaptığımı birazcık bilse de kuafördekiler için tamamen yabancıydım. Kimsin nesin nereden gelip nereye gidersinli sorulardan sonra Cottnie’nin işi bitti ve kuaförden çıktık. Eve gitmek için bir motorun yanına koydukları, kapısı penceresi olmayan açıkçası son derece güvensiz ama bir o kadar da keyifli tricycl isimli araçlardan birisine binip Angeles’in merkezine gittik. 

Angeles’in merkezine gittiğimizde, Cottnie beni yakınlardaki bir restorana götürdü. Restoranda ne yemek istediğimi sorsa da yemeklerin hiçbirini bilmediğim için, seçimi ona bıraktım O da mükemmel bir seçim yaparak Palabog isimli yemekle Halo Halo isimli içeceği sipariş etti. Her ne kadar ısrar etsem de misafir olduğumu ve ilk günüm olduğunu bu yüzden onun ödeyeceğini söyledi ve yemeğimi ısmarladı. Yemek ve içecek kelimenin tam anlamıyla muhteşemdi. Halo halo ilginç bir şekilde aşureye benziyordu. İçerisinde fasulyeden noodlea envai çeşit yiyecek vardı. Yemekleri yedikten sonra tekrardan sokağa çıkıp gene tricycl ile Cottnie’nin evine gittik. 

Cottnie, şehrin Pampang isimli bölgesinde yan yana dizili birkaç tane evden birinde, üç nesil ailesi ile birlikte yaşıyordu. Restoranda, tüm ailemle tanışacaksın dediğinde açıkçası bu kadarını beklemiyordum. Büyükanneden torunlara kadar tüm aile oradaydı. Evlerin ortasındaki avluya geldiğimizde iki tane masanın etrafında toplanmış, Çin iskambil kartları ile oynanan, Cuajo oyunu oynuyorlardı. Masadaki paraları görüp “Aa kumar demek” dediğimde ufak çaplı “yok canım ne kumarı sen de” anlamına gelen bi gürültü kopsa da basbayağı kumardı. Cuajo’nun ne kadar yaygın olduğunu ise pazar günü, Cottnie’nin kardeşinin doğum günü için, onların evine gittiğimizde, oradaki insanların da aynı kart oyununu oynadığını gördüğümde anlayacaktım.

Ben masaların orada otururken Cottnie de evde, Kanadalı bir şirket için bilgisayar başında akşam saat 10’dan sabah saat 6’ya kadar çalıştığı için, dinlenmekle meşguldü. Birkaç saat uyuduktan sonra saat 20.30 gibi dışarı çıkıp ufak bir tur atmayı planlamıştık. Ama Cottnie yorgun olduğu için plandan vazgeçtik. Ben, bütün geceyi evde geçirip dinleneceğimi düşünürken Cottnie’nin akrabası Katharina, duşa girip hazırlanmaya başladı. Açıkçası, dışarı çıkacak herhalde diye düşünüp hiç de oralı olmamıştım aslında, ta ki bana dönüp “Dışarı çıkıyor muyuz ?” diye sorana kadar. Ben de planımızı değiştirdiğimiz için gayrı ihtiyari “hayır çıkmıyoruz” dedim. Bunu dememle birlikte masalarda oturan ailenin yaşlılarından, bir kahkaha ve gürültü tufanı koptu. Sonradan anladım ki Cottnie, Katharina’ya benimle dışarı çıkmasını söylemiş O da bu yüzden hazırlanmış. Tabii ki ben bu durumu bilmediğim için “hayır” demiştim. Neyse ki hemen “Hadi çıkalım” diyerek durumu toparladım yola çıktık. Yoldan çevirdiğimiz bir tricycl ile Angeles’in merkezine, barların olduğu bölüme gittik. 

Şehrin merkezine gittiğimizde hangi bara gideceğimize karar vermek için bir süre ortalıkta dolandıktan sonra sonunda, canlı müzik olan bir bara oturduk ve başladık sohbet etmeye. Nereden gelip nereye gidersin sohbetlerinden sonra saat epey ilerlemişti. Sanırım, saat gece 1 civarında oturduğumuz yerden kalkıp gene tricylc ile eve döndük. Her ne kadar Cottnie ile planımız sabah 6.30’da uyanıp yürüyüşe çıkmaktıysa da o saatten sonra bu planın gerçekleşmeyeceği belliydi. Sabah 9’a kadar salondaki kanepede deliksiz bir uyku çektim.


Uykudan uyandığımda ev ve çevresindeki yaşam çoktan başlamıştı. Kadınlar yemek yapıyor, çocuklar ortalıkta koşuşturuyordu. Ortalıkta neredeyse hiçbir erkeğin olmayışını garipsemiştim ama bunun hakkında bir soru sorup can sıkmak da istemedim. Bir süre oyalandıktan sonra kalkıp dışarı çıkmak için hazırlandım. Angeles’in merkezinde turlayıp şehrin kuzeyindeki Amerikan üssünün olduğu Clark bölgesine gidecektim. Hazırlanmış evden çıkarken Cottnie’nin annesi, pazar ayini için kiliseye gittiğini beklersem birlikte şehre gidebileceğimizi söyledi. Ben de kiliseye onunla gidip gidemeyeceğimi sordum. Filipinler gibi koyu dindar bir ülkede yerel bir kilisede ayine gitmek paha biçilemez bir deneyim olacaktı. Yaklaşık yarım saat sonra kiliseye gitmek için evden çıktık.

Gittiğimiz kilise, bölgede epey meşhur olan bir kiliseydi. İçeridekilerin çoğunluğu bölge halkı olsa da töreni izlemeye gelen turistler de vardı. Sıraların arasında ilerleyip kendimize oturacak bir yer bulduktan sonra töreni izlemeye başladık. Benim için son derece yeni deneyim oluyordu; bazıları tanıdık olan dualar okunuyor, Peder, Tagalog dilinde vaaz veriyordu. Kırk beş dakika kadar sonra ayinin sonuna gelmiştik. Ayinden sonra yakınlardaki bir alışveriş merkezine alış veriş yapmaya gittik. Alış verişi de tamamladıktan sonra Cottnie’nin annesi, bana Clark bölgesine nasıl gideceğimi gösterip eve döndü.

Şehir merkezinde gezip bir şeyler yedikten sonra askeri üssün olduğu Clark bölgesine gitmek için jeepneylerin hareket ettiği yere gittim. SM Clark’ta yaptığım jeepney aktarmasından sonra üs bölgesine ulaştım. Üs bölgesinde Manila’daki kızarmış tavuk ve idrar kokan havadan, tekinsiz sokaklardan eser yoktu. Bu durumdan faydalanıp birkaç gündür yapamadığım bir şey yaptım: Derin derin nefes alıp güvenlik endişesi olmadan, sırt çantamı gerçekten sırtıma takıp sokaklarda sakin sakin yürüdüm. 

Yürüyüşüme her ne kadar devam etmek istesem de evde, Cottnie’nin kız kardeşinin, yaklaşık iki saat önce başlamış olması gereken, doğum günü kutlaması vardı. Ve bu yüzden geri dönmem gerekiyordu. Ayrıca hava karardıktan sonra ortalıkta tek başıma dolaşmaktan da çekiniyordum. Ta ki eve geri dönmek için bindiğim jeepneyden indikten sonraki, yaklaşık bir buçuk kilometrelik yolu, tek başıma yürüyene kadar. Sokağın sağında ve solunda et ve balık kızartan restoranlar, oturmuş etrafı izleyen yaşlı Filipinliler, araç tamir eden işçiler, evsizler, çığlık çığlığa koşuşturup oyun oynayan çocuklar vardır.

Eve gittiğimde saat dörtte başlaması gereken doğum gününü kutlamasının henüz başlamadığını hatta kutlamanın, Cottnie’nin kız kardeşinin evinde yapılacağını öğrendim. Bütün gün güneşin altında yürümüş olsam da, doğum günü kutlamasına hayır diyemezdim. Nitekim demedim ve bir arabaya doluşup Cottnie’nin kız kardeşinin evine gittik. Ev,  benim konakladığım evden yaklaşık 10 dakika uzaklıktaydı. Eve gittiğimizde, avludaki masanın etrafına oturmuş, daha önce bahsettiğim iskambil oyununu oynayan ellili yaşlarında dört kişi gördüm.

Cottnie’nin kardeşinin evinde de, tıpkı benim kaldığım ev ve çevresindeki gibi birkaç kuşaktan insanlar yaşıyordu. Evin bahçesinde iki, içeride bir, üst katlardaki kafeslerde ise iki tane köpek vardı. Cottnie’nin kardeşi kafesteki köpeklerin küçük, zararsız buldoglar olduğunu söyledikten sonra ufak bir, “Buldoglar tehlikeli midir/ değil midir ?” Tartışması yapsak da sonunda herkes buldogların tehlikeli olduğu konusunda anlaştı. Tagalog dilinde konuştukları için çoğunu anlamadığım, ufak tefek sohbetlerin eşliğinde yenen yemekten sonra, benim de yorgunluktan neredeyse masada uyuyakalacak olmam dolayısıyla tekrardan toparlanıp eve dönmek üzere yola çıktık.

Eve döndüğümüzde yorgunluktan neredeyse bayılmak üzereydim. Hızlıca duş alıp hazırlandıktan sonra salondaki kanepeme kıvrıldım. Böylece, arkadaşlarımın hiçliğin ortası olarak tanımladığı Angeles’teki maceram son bulmuş oldu. Ta ki ertesi sabaha kadar.


Manila, Filipinler

19 Şubat 2019 Salı

F*ck Tokyo I Love Osaka

Japonya’daki ilk günlerim, dürüst olmak gerekirse maddi nedenlerden dolayı, çok zor geçmişti. Yola çıkmadan önce bu ülkenin pahalı olduğunu biliyordum ama Tokyo’da karşılaştığım manzara hayal gücümün çok ötesindeydi. Her şey beklediğimin iki katı fiyattaydı. Bu yüzden en uzak mesafelere dahi yağmur çamur demeden yürümek zorunda kalmıştım. Ne zaman ki Tokyo’dan uzaklaşmaya başladım işlerim yolunda gitmeye başladı: İş buldum; insanlar ile tanıştım onlarla yedim, içtim ve çok güzel arkadaşlıklar kurdum.

Japonya’daki son günlerim ise huzur içerisinde geçiyordu. Çalıştığım işten güzel bir şekilde ayrılmış, Osaka’dan Yokohama’ya cebimden beş kuruş para çıkmadan otostop ile gelmiştim. Son birkaç gündür Kat’in evinde halim keyfim yerinde kalıyordum. Ta ki Kat’in ev arkadaşı nedensiz yere delirene kadar.

Kat’in boşanmış, bir çocuk sahibi, çalışan Japon ev arkadaşı cumartesi günü erken saatlerde kayak yapmaya ve çocuğunu görmeye Niigata’ya gitmişti. Biz de Kat ile evde dizi izleyip sohbet ederek vakit geçiriyorduk. Pazar akşamı, ben film izlerken Kat hararetli bir şekilde telefonda konuşmaya başladı. Telefonu kapattıktan sonra şaşkınlıktan dili tutulmuş bir şekilde yanıma gelip  bana “ev arkadaşıma bir şeyler oldu, eve gelen misafirlerden dolayı sinirden deliye döndü” dedi. Daha sonra özür dileyip gitmem gerektiğini söyledi ki zaten ben çoktan toparlanmaya başlamıştım. Bu sohbetten 10 dakika sonra saat 20.30 civarında evden çıkıp Tokyo’ya doğru yola çıktım. Osaka’da kaldığım hostelde tanıştığım Musa’nın, kendisi şu an Osaka’dan bisiklet ile Tokyo’ya geliyor, tavsiye ettiği Star Inn isimli bir hostelde geceyi geçirecektim. Yaklaşık iki saatlik bir yolculuktan sonra hostelin olduğu yere ulaştım. Hiç beklemediğim bu yolculuktan dolayı yorulmuş ve üşümüştüm. Şehrin bir ucundaki hostele gittiğimde hostelin müşterilerinden birisi, resepsiyonun kapandığını çalışanların da çoktan gittiğini söyledi. Gecenin bir vakti şehrin bir ucunda kalacak yerim olmadan öylece sokakta kalmıştım. Tabii ki küfür kıyamet eşliğinde tren istasyonuna geri dönüp son trenle şehir merkezine, daha önce kaldığım Obi Hostel’e geri döndüm. Geceyi Obi Hostel’de geçirdim.

Obi Hostel’de geçirdiğim geceden sonra erkenden uyanıp şehirde biraz gezindim. Şehrin hareketli sokaklarını, belki biraz da New York’u andıran kavşaklarını gördüğümde Tokyo’ya karşı  kinim yatışmaya başlamıştı. Ta ki o gece yaşadığım I cloud bağlantısındaki sorun nedeniyle bilgisayarımı ve telefonumu kullanamayışıma kadar. Tokyo bir kez daha Tokyo’luğunu yapmıştı. 

Velhasıl kelam Allah’ından bulasın Tokyo. Ne zaman ki buraya yaklaşsam işlerim ters gitmeye başlıyor, irili ufaklı sorunlar ile boğuşuyor, kendimi mutsuz ve tehdit altında hissediyorum. Son iki aydır her fırsatta söylediğim gibi bağıra bağıra bir kez daha tekrarlıyorum: “F*ck Tokyo I Love Osaka.”

Tokyo, Japonya. 

9 Şubat 2019 Cumartesi

Binlerce Kilometre Uzağa Duyulan Özlem

Yanlış anlamayın binlerce kilometre dediysem Türkiye’ye doğru değil Pasifik’in ötesine, Birleşik Devletler’e doğru binlerce kilometre. Biliyorum bazılarınız ne varmış be Amerika’da diyeceksiniz bazılarınız ise kimisine katıldığım kimisine katılmadığım politik cümleler kuracaksınız. Benim için Amerika’da Okan, Mert ve Ezgi ile geçirdiğim güzel günler, Camden’ın kolları uyuşturucudan mosmor olmuş zombileri, Ben Franklin Köprüsü’nün Philadelphia girişinde evsizlerin eşyalarını koyduğu o yığın var. Benim için Amerika’da 66. Karayolu, Johnny Cash’in “I’ve Been Everywhere” şarkısı ve birkaç yüzyıl önce kıtaya ilk ulaşan göçmenlerin; onlara yol gösteren, zorluklara dayanma gücü veren umutlarından beslenen hayallerim var.

Amerika özlemim, geçenlerde patronumla müşterilerden birisine elektrik paneli bırakmak için Kobe’ye gittiğimizde tekrardan depreşti. Binaları, ağaçlı sokakları ve sahili ile şehir, Atlantic City’e benziyordu. Belki de Japonya’dan, iş ve hostel arasında geçen monoton hayatımdan sıkıldığım; Filipinler’e gitmeyi iple çektiğim şu günlerde yalnızca, ben benzetmek istediğim için benziyordu bilmiyorum. Benzesin ya da benzemesin ben benzetmiştim, önemli olan tek şey buydu. Bu benzerlik ve gene Carl Sagan’ın “Bütün avantajlarına rağmen, yerleşik hayat bizi huzursuz ve tatminsiz yaptı” sözleri ne kadar süreceğini bilmediğim seyahatimin ilk büyük sorununu çözmeme, bu seyahate neden çıktığımı neleri bunun için geride bıraktığımı hatırlamama yardımcı oldu.

Bu yazıyı henüz kağıda geçirmediğim günlerde, bir sabah işe gitmek için uyanıp hostelin lobisinde bir gözüm açık bir gözüm kapalı kahvemi içerken yarı Amerikalı yarı Japon altmışlı yaşlarında bir kadınla tanıştım. Nereli olduğunu sorduğumda Utahlı olduğunu söyledi. Bana Utah’ı anlatırken hissettiğim; konuşurken ellerimin, bacaklarımın, sesimin titremesine neden olan heyecandan sonra bu defa hayalimi kendime saklamayıp açık açık yazmaya karar verdim. 

Belki iddialı olacak ama nasıl ki bir sene önce kendi kendime “ben yola çıkacağım” dediğimde yola çıkacağımı biliyorduysam sağ gözümden bir damla yaşın süzüldüğü şu dakikalarda da “biliyorum” ki hikayenin sonunda Chestnut ile 10. Cadde’nin köşesinde kahvemi içmiş Old Town’a doğru ağır adımlarla yürüyor olacağım.

Osaka, Japonya



26 Ocak 2019 Cumartesi

"Merhaba"


Saat 6.30’da çalan alarmla uyandım. Ulan İstanbul’da bile bu saatte uyanmıyordum ile başlayan, küfürlerle devam eden bir sızlanmadan sonra gerçekleri kabullenip işe gitmek için hazırlanmaya başladım. Odada dört kişi kalıyorduk ve kibarlık gereği onları olabildiğince az rahatsız etmek için karanlıkta, yataktan çıkmadan, akrobatik hareketler ile üstümü değiştirip o gün molada yiyeceğim yemeği çantama atıp termosuma kahvemi doldurduktan sonra hostelden ayrıldım. 


Sabahın ilk saatleri olduğu için hava, ne eldivenlerin ne de montun fayda etmeyeceği kadar soğuktu. Her zamanki gibi Abeno istasyonuna gidip dört numaralı vagonunun dört numaralı kapısından metroya bindim. Yirmi dakikalık bir yolculuktan sonra Nagahara istasyonunda inip yaklaşık yarım saat yürüyüşün ardından çalıştığım yere ulaştım. Tarzanca anlaştığım ve isimlerini halen daha hatırlayamadığım iş arkadaşlarım da geldikten sonra çalışmaya başladık. Yaklaşık üç saat sonra kendisi dünyanın en mükemmel insanlarından olan patronum, yanıma gelip o gün çok fazla iş olmadığını kendisinin de yorgun olduğunu söyleyip birlikte Nara’ya gitmeyi teklif etti. Ben de büyük bir memnuniyet ile teklifini kabul ettim. Bu sohbetten yaklaşık yarım saat sonra Nara’ya gitmek için yola koyulduk. Nara’ya bizimle birlikte Kassai’nin kızı ve damadı da gelecekti. Evlerine gidip onları aldıktan sonra Nara’ya doğru yola devam ettik. 

Bir buçuk saatlik yolculuğumuzdan sonra arabayı park edecek bir yer bulduk ve Nara Park’a doğru yürümeye başladık. Parka yaklaştıkça etrafta gezinen Nara’nın meşhur geyiklerinin sayısı artmaya başladı. Parka geldiğimizde patronum Kassai geyikleri beslemem için kraker satan stantların birinden kraker alıp krakeri elime sıkıştırdı. Kassai, krakeri elime sıkıştırır sıkıştırmaz etrafım geyikler tarafından sarılmıştı kimi sağımdan beni dürtüyor kimisi elimi ısırmaya çalışıyordu. Bu keşmekeşin içinde alelacele elimdeki krakerler ile geyikleri besleyip kaçarcasına yanlarından uzaklaştım. 


Parkın içersindeki Tōdai-ji Tapınağı’na doğru giderken Kassai, bize beklememizi söyleyip yolun hemen solundaki İnformation Center’a gitti. Daha sonra kapıdan bana seslenip oraya gelmemi söyledi. Ben de ne kadar şanslı olduğumu düşünerek yanına gittim. İçeride Kassai ve İnformation Center’da çalışan bir kadın vardı. Aralarında Japonca konuşuyorlardı. Tam olarak ne konuştuklarını anlamasam da jest ve mimiklerinden konunun turistlere verilen broşürler olduğunu anlamıştım. Kassai, kendi seçtiği birkaç tane İngilizce broşürü verdikten sonra yanımıza orada çalışan kadın da geldi. Kadın bana birkaç tane daha broşür gösterdikten sonra bana İngilizce nereli olduğumu sordu. Ben de İngilizce Türk olduğumu söyledim. Kadın bir anda gayet güzel bir telafuz ile Türkçe merhaba dedi. Merhaba, Japonya’da bir Japon tarafından son derece güzel bir telafuzla söylenen bir merhaba. O kadar şaşırmıştım ki İngilizce cevap verdim. Gene çok güzel bir telafuz ile Türkçe nasılsın diye sorunca hala şaşkın bir şekilde iyi olduğumu söyleyip Türkçe’yi nerede öğrendiğini sordum. Bana bir süre Türkiye’de yaşadığını ve birçok Türk arkadaşı olduğunu söyledi. Ne kadar süre Türkiye’de kaldığını sorduğum zaman aldığım cevap ise beni tamamen şoka soktu: Bayağı. Bayağı hiç de okullarda ya da kitaplarda öğrenilebilecek bir kelime değildi. Ama bu kelimeyi son derece yerinde ve güzel bir şekilde kullanmıştı. Aralıklarla bu tesadüfe gülerek bir süre sohbet ettik. Ama patronumun ve ailesinin beni beklediğini söyleyip ayrılmak için iznini istedim. Sanki kırk yıllık arkadaşıymışım gibi sıcak ve içten bir gülümseme ile güle güle deyip beni yolcu etti.

Tapınağı ve çevresini gezdikten sonra yemek yemek için geri dönerken patronumdan izin isteyip tekrardan İnformation Center’a gittim. Gene aynı sıcak ve içten gülümseme ile beni karşıladı. Osaka’ya döndüğümüzü ama tekrardan gelip daha uzun süre sohbet etmek istediğimi söyledim. Bana, isminin Hisae olduğunu söyleyip çalışma günlerini takvim üzerinde gösterdi. Daha sonra görüşmek üzere vedalaştık. 

Her ne kadar daha erken gitmek istesem de çalışma günlerim buna izin vermedi ve bu olaydan birkaç hafta sonra, izin günümde tekrardan Nara’ya gitmek için plan yaptım. İzin günümde sabah 10.30 gibi uyandım. Konakladığım hostelden Nara Park’a nasıl gidildiğine bakıp hazırlandıktan sonra yola çıktım. Yolculuğum trenle yaklaşık bir saat sürdü. 

Trenden indikten sonra gene geyiklerin arasından Hisae’nin çalıştığı İnformation Center’a gittim. İçeride bu defa bir başkası çalışıyordu. Ona, Türk olduğumu ve Hisae’yi aradığımı söyledim. Bana bir dakika beklememi söyleyip bir kapıdan arka tarafa geçti. Yarım dakika geçmeden yanında Hisae ile geri döndü. Beni gördüğüne şaşırmış olacak ki, aa siz mi geldiniz nasılsınız dedi. Ve başladık sohbet etmeye. Sohbet o kadar güzeldi ki Teoman’dan Hisae’nin Van’a tek başına yaptığı seyahate, Barış Manço’nun mavi renkli Mançoloji isimli kasetlerinden Marmaray’ın açılması planlanan, belki de çoktan açılmış olan bilmiyorum, etaplarına kadar her şeyden konuştuk. Hatta bütün bunlar yetmezmiş gibi bir de Mustafa Sandal’ın onun arabası var güzel mi güzel nakaratlı şarkıyı birlikte söyledik.

Sohbet her ne kadar çok güzel olsa da artık ayrılık vakti gelmişti. Hisae’ye Japonya’dan ayrılmadan tekrardan ziyaretine geleceğimi söyledim ve birbirimizin mail adresilerini alıp İstanbul’da ya da Nara’da tekrardan görüşmek üzere vedalaştık. 

Osaka, Japonya



12 Ocak 2019 Cumartesi

Otostop

Couchsurfing üzerinden tanıştığım Kat’in, Yokohama’ya trenle yirmi dakika uzaklıktaki evinde iki gece kalmıştım. Daha yeni tanışmış olmamıza rağmen sanki birbirini yıllardır görmeyen iki yakın arkadaş gibi sohbet ederek geçirmiştik bu iki geceyi. Her ne kadar daha uzun süre kalmak istesem de Workaway üzerinden bulduğum hostelde çalışmak için Osaka’ya gitmem gerekiyordu. Yokohama‘dan Osaka’ya hızlı trenle yolculuk 1000 TL’ye, gece otobüsü ile 350 TL’ye mal oluyordu. Tokyo’da yaşadığım maddi felaketten sonra bende her ikisine de verecek para olmadığı için otostop çekmeye karar verdim. 


16 Aralık sabahı erkenden uyandım. Hızlıca bir şeyler atıştırıp Kat’e “I will miss you :(” notunu bıraktıktan sonra evden çıktım. Elimde önceki gece hazırladığım, güzergahımın üzerindeki şehirlerin isimlerinin yazılı olduğu bir karton vardı: Shizuoka, Nagoya ve Osaka. Trene binip dinlenme tesisine en yakın istasyona geldiğimde yanımda ellili yaşlarında birisi belirdi. Bir elimdeki kartona bir de bana baktıktan sonra utana sıkıla yanıma gelip biraz İngilizce daha çok Tarzanca ile bana otostop çekmeye mi gittiğimi sordu. Ben de otostop çekmeye yakındaki dinlenme tesisine gittiğimi söyledim. Ben seni dinlenme tesisine kadar bırakayım dedi. Yolu haritadan bulmuştum ama gene de tamam dedim. Birlikte düştük yola. Yol boyunca kelime kelime anlaşmaya çalışsak da ne o beni anlıyor ne ben onu anlıyordum. Otobanın kenarındaki dinlenme tesisine geldiğimizde kendisine teşekkür ettim. Gider herhalde diye düşünürken içecek satılan makinelerin birisinden bir içecek alıp bana hediye etti ve sallana sallana geldiğimiz yoldan evine doğru gitti. 

Şaşkınlığı üzerimden atıp yüzümde yarısı yalan yarısı gerçek bir gülümseme ile başladım otostopa. Başta dinlenme tesisinin kapısında bekleyip insanlara elimdeki kartonu gösteriyordum. Ama bu şekilde kimseyi bulamayınca dinlenme tesisinin otoban çıkışına gittim. Böylece otobandakilere de kartonu gösteririm diye düşünmüştüm. Biraz da orada bekledikten sonra yanıma yirmili yaşlarında birisi yaklaştı. Gene Tarzanca orada otostop çekemeyeceğimi, bunun yasak olduğunu, dinlenme tesisinin kapısına gitmem gerektiğini söyledi. Ama bütün bunları sinirli bir şekilde değil gayet güler yüzle anlatıyordu. Ben de tamam deyip kapıya geri döndüm. Elimde kartonla bekleyip insanlara gülümserken yanıma bir çift yaklaştı. Osaka’ya gitmediklerini ama Nagoya’ya çok yakın bir yere gideceklerini ve istersem beni de bırakabileceklerini söylediler. Yaklaşık 25 dakika beklemiştim ve yolumun dörtte üçünde beni götürecek bir araba bulmuştum. O kadar mutluydum ki anlatamam. Bana 10 dakika beklememi içeriden bir şeyler alıp geleceklerini söylediler. Beklerken az önce bahsettiğim yirmili yaşlardaki Japon yanıma yaklaştı ve yakındaki marketten aldığı bir tatlıyı hediye edip ben teşekkür dahi edemeden yanımdan uzaklaştı. Şaşkınlıkla elimde tatlıyı tutarken beni götürecek olan çift geldi ve arabaya bindik. 

Yolda çok güzel bir müzik listesi eşliliğinde biraz sohbet etsek de yolun çoğu sessizlik içerisinde geçti. Bu sessizlik anlarında yolun sağındaki dağları ve ormanları izleyip çocukluğumda kurduğum çoğu Yüzüklerin Efendisi’nden ilham alan hayallerimi düşünüyordum. Sonunda hayallerime kavuşmuştum: Hiç bilmediğim bir yerde dağların ve ormanların arasında seyahat ediyordum. Ben bütün bunları düşünürken yaklaşık üç saat geçti ve beni alan çiftle olan yolculuğumuzun sonuna geldik. Beni bahsettikleri yere yakın bir başka dinlenme tesisine kadar götürüp tesisin Osaka çıkışı yönünde bıraktılar. 

Yüzümde bu defa tamamı gerçek olan kocaman bir gülümseme ile dinlenme tesisinin kapısına gittim ve elimdeki kartonu insanlara göstermeye başladım. Ama bu defa ilk baştaki kadar şanslı değildim. Bir buçuk saatten fazla beklememe rağmen kimse beni almadı. Ama başka bir şey oldu. Endonezyalı bir kadın ve Japon eşi yanıma yaklaşıp kim olduğumu, orada ne yaptığımı, nereye gittiğimi, yardıma ihtiyacım olup olmadığını sordu. Ben de İstanbul’da ne yaptığımı, neden geldiğimi, nereye gittiğimi anlattım. Bir süre sohbet ettikten sonra yanımdan ayrıldılar ama 10 dakika geçmeden kadın elinde içecek makinelerinden aldığı bir içecekle geri döndü. Bunu senin için aldık lütfen kabul et dedi. Gerek yoktu teşekkür ederim derken içeceği almak için elimi uzattım. Tam içeceği alırken elime içeceğin arkasına gizlediği 5000 Yen’i sıkıştırdı. Şaşkınlıkla dilenmiyorum, seyahat ediyorum, avukatım falan desem de kadını ikna edemedim. Seyahatine yardımcı olmak istiyoruz deyip parayı elime sıkıştırıp gitti. Yüzümde aptalca bir ifade ile bir gün içerisinde nasıl bu kadar çok güzel insan ile denk geldiğimi anlamaya çalışarak oturduğum yere geri dönüp otostop çekmeye devam ettim.

Birinin beni almasını beklerken bu defada yanıma iki tane üniversite öğrencisi geldi. Onlar da otostop çekiyormuş beni görünce gelip tanışmak istemiş. Bir süre ne yaptığımızdan, okullarımızdan ve Japonya’da otostopun zorluğundan bahsettikten sonra birbirimizin kısmetimizi kapatmayalım diye onlar eskiden otostop çektiği yere geri döndü. Ben de otostopa devam ettim.

Artık umudum iyice tükenmişti. İki buçuk saat olmuştu hava kararıyordu ve üşümeye başlamıştım. Dinlenme tesisinin içindeki bir mağazanın ücretsiz internetini kullanarak en yakındaki tren istasyonuna baktım. Yürüyerek 40 dakika mesafedeydi. Sırtımdaki 13 kilo yükle o yolu yürümek zor olacaktı ama mecburdum. Tam gitsem mi kalsam mı diye düşünürken yanıma yaşlı bir çift yaklaştı. Bana Osaka’ya değil ama Nara’ya gittiklerini istersem beni de oraya kadar götürebileceklerini söylediler. Nara’ya ulaşırsam Osaka’ya gitmek maksimum 25 TL’ye mal olacaktı. Adam gel götürelim dediğinde sevinçten göbek atacaktım neredeyse. Tamam dedim hadi gidelim. Yolda giderken epey bir sohbet ettik. Seyahatlerimden, Türkiye’den, oradaki işimden tutun da adamın oğlunun kilosuna kadar her şeyden sohbet ettik. Konuşurken öğrendim ki adamın adı Kassai’ymiş ve elektrik kontrol paneli üreten bir şirketi varmış. Çocuklarından birisi Tokyo’da diğeri Nara’da yaşıyormuş. Üçüncü ve en küçük çocuğu ise kendisi ile birlikte çalışıyormuş.

Nara’ya yaklaşırken Kassai’nin eşi, bu gece onlarda kalmamı teklif etti. Rahatsızlık vermek istemem falan desem de ısrar ettiler. Benim de açıkçası işime gelmişti. Yağmur yağıyordu ve hava iyice kararmıştı. Gündüz, kuru havada Osaka’ya gitsem daha iyi olur diye düşünüp tamam kalayım dedim. Eve yaklaşırken Kassai bana, gel benim şirketimde çalış saatine 1000 Yen veririm dedi. Şaka yapıyor sandım ama bahsettiği ücret Japonya’da asgari ücretten birazcık yüksek olsa da benim için dudak uçuklatan cinstendi ben de işin ne olduğunu dahi sormadan tamam kabul ediyorum dedim. Bu konuşmadan yarım saat sonra Kassai’nin evine ulaştık. Kassai’nin evi şehrin dışında, iki katlı, içerisine ikiden fazla aracı alabilecek kadar büyük garajı olan bir evdi. O güne kadar kaldığım evlerin tamamı bir ya da iki odalıyken ilk defa hali vakti gerçekten yerinde olan birinin evinde kalacaktım. Bir saniye durup o gün yaşadığım şeyleri, o an bulunduğum yeri ve ertesi gün yapacağım şeyleri düşündüğümde “ne oluyor lan” demekten kendimi alamıyordum.

Aracın içerisindeki eşyaları eve taşıdıktan sonra Kassai’nin, İngilizcesi iyi olmasa da gözleriyle iyi niyetini ve sevecenliğini anlatan eşi yiyecek bir şeyler hazırladı. Yemek yerken bir yandan da onlara Kapadokya’nın, daha önceki seyahatlerimin, ailemin ve arkadaşlarımın fotoğraflarını gösteriyordum. Yarım saat kadar sohbet ettikten sonra Kassai bana sabah 6.30’da uyan 6.45’te işe gideceğiz dedi. O gece, Kassai’nin Tokyo’da yaşayan en büyük oğlunun yatağında uyudum. Uyurken dahi başıma gelenlere anlam veremiyor, bu kadar da şanslı olamazsın kesin bir şeyler ters gidecek diye düşünüyordum. Bütün bu düşüncelere rağmen biraz zor da olsa uyudum ve sabah Kassai’nin söylediği saatte uyandım. Üstümü değiştirip çantamı toparladıktan sonra aşağı indim. Baktım ki Kassai iş konusunda gerçekten ciddiymiş. Günaydın, iyi uyudun mu faslından sonra bir bardak Japon çayı içip işe gitmek için yolda çıktık.

Bütün bu olaylardan sonra bugün, haftanın dört günü hiçbir bilgim ya da eğitimim olmamasına rağmen elektrik kontrol paneli üreten bir şirkette sabah 8.30’dan akşam 18.00’a kadar kablo bağlamaktan tutun da panel kapağı hazırlamaya kadar her türlü işi yapıp seyahatimi finanse etmek için para biriktiriyorum.

Osaka, Japonya



5 Ocak 2019 Cumartesi

Ben Kimim ?

Sevgili Okuyucu,

Belki de seninle hiç tanışmadık. Bu yüzden sana öncelikle kendimden, daha sonra da neden ve nasıl tek yön bilet ile yola çıktığımdan bahsedeceğim.

Ben Segah Utku Turanlı, 1995 Kayseri doğumluyum. İlk ve orta öğretimimi Kayseri’de tamamladıktan sonra Marmara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ni kazandım(?) ve 14 Eylül 2013 tarihinde İstanbul’a geldim. Hukuk fakültesinden mezun olduktan sonra avukatlık stajımı İstanbul’un hatrı sayılır hukuk bürolarından birinde başlattım ve tamamladım. Şimdi gelelim asıl konuya.

Neden böyle bir şey yaptım ? İşimi, evimi, sevdiğim insanları neden ve nasıl geride bıraktım ? Yolu sevmeme neden olan ve yola çıkmamı tetikleyen çok fazla şey vardı hayatımda. Şimdi dahi aklıma onlarca farklı şey geliyor: Eski apartmanımız, gittiğimiz piknikler, Yüzüklerin Efendisi, adını hatırlamadığım dünyayı keşfettiğim o bilgisayar oyunu, Tarzan, ailemle gittiğim seyahatler, yağmur kar çamur demeksizin kulaklıkla yürüdüğüm Kadıköy-Üsküdar arası yol, Carl Sagan’ın bir cümlesi… Uyumadan önce kendimi her zaman soğuk ve yağmurlu bir yolda sıcak ve kuru bir yer ararken ya da bilmediğim sokaklarda, patikalarda yürürken hayal ederdim. Çocukken bu hayallerimi dağlarda, mağaralarda ve ormanlarda geçen maceralar süslerken yaşım ilerledikçe belki de okuduklarımın ve izlediklerimin de etkisiyle tren yolculukları, 66. Karayolu, ucuz bir bar ya da oteller süsler hale gelmişti.

Tüm bu hayallerimi düşündüğümde fark ettim ki hiçbirinde bir yere varmıyordum. Yolun kenarındaki bir ağacın altında uyuyordum, bir adaya düşüyordum, bir barda içiyordum ama hiçbirinde bir yere ulaşmıyordum. Fark ettim ki aslında benim hayallerimde “o yer” hiç olmamış. O klişe cümle ile ifade etmek gerekirse benim için önemli olan varmak değil gitmekmiş. Kaybolmak, keşfetmek, ertesi gece nerede uyuyacağını bilmemek, bazen işi şansa bırakmış hayallerim.

Diyeceksin ki tüm bunları fark etti ve bileti aldı. Hayır. Hayalimin ne olduğunu fark ettikten sonra bir hata yaptım: Onları görmezden geldim, bahaneler uydurdum ve hatta onları derinlere çok derinlere gömdüm. Şöyle oldu: Ülkenin kalburüstü üniversitelerinden birinin belki de en iyi bölümünden mezun olmuştum. Arkadaşlarım yavaş yavaş çalışma hayatına atılıyor, konuştukları konular değişiyor ve başka bir hayata adım atıyorlardı. Bu hayat, benim henüz hiç bilmediğim bir hayattı. Onlarla buluştuğum zaman hiç bilmediğim şeyler anlatıyorlardı. Çevremdeki insanlar bana “Ee mezun oldun şimdi ne yapacaksın ? Nerede yaşayacaksın ? Kayseri’ye geri dönecek misin ?” gibi sorular sorar olmuştu. İşte tam bu dönemde kendi kendime “Tamam, hissettiklerin istediklerin hayallerin bunlardı ama artık bu hayat bitti, bu işi yapacaksın o zaman en iyisi ol” dedim. Ve kendimi bu fikre adadım: İyi bir avukat olacaktım. Seyahat için biriktirdiğim ve en zor anımda dahi harcamadığım birikimimi bu hedefe adadım. Kitaplar, kıyafetler derken zaten üç kuruş olan birikimim eridi gitti. Ama bu hedefe ulaşma konusunda iyi de bir başlangıç yaptım. Şehrin en iyi bürolarından birisinde stajımı başlatmıştım, iyi avukatlarla çalışıyor onlardan nasıl iyi bir avukat olunur öğreniyordum.
Gelelim bu hatadan nasıl döndüğüme. Çalışmaya başlayalı daha iki hafta olmuştu. Ofisin dinlenme odasında kendime çay yaparken avukatlardan ikisinin, ki o zamanlar isimlerini dahi bilmiyordum, konuşmasına denk geldim. İçlerinden birisi, diğerine “Burada sıkıştım kaldım, istemediğim bir işi yapıyorum ve bundan kurtuluşum yok. Gittikçe daha da saplanıyorum.” dedi. O an kafamdan silahla vuruldum sanki, tamam silahla vurulduğunda ne olur bilmiyordum ama eminim ki yaşadığım buna çok yakın bir şeydi. Kendi kendime “Segah bu senin iki sene sonraki halin olacak, istemediğin bir işte çalışacaksın ve asla mutlu olmayacaksın. Her zaman pişman olacaksın” minvalinde bir şeyler söyledim.

O an gitme kararı aldım. Henüz çalışmaya başlamamın ikinci haftasındaydım her sabah erkenden uyanmayı, çalışmayı, stresi ve omuzlarıma yüklenen ve dahası da yüklenecek olan sorumlulukları kabul etmek gerekir ki çok da sevmemiştim ama bu aydınlanışa sebep olan şey kesinlikle bunlardan birisi değildi. Bunların hepsine “iyi bir avukat olmak” için katlanabilirdim ama aslında istediğim şey bu değildi. İstediğim şey, bilmediğim sokaklarda kaybolmak, geceyi tekinsiz yerlerde geçirip ertesi gün nerede neler yapacağımı bilmeden rahatsız bir uyku uyumaktı. Beni heyecanlandıran, mutlu eden, kalbimin güm güm atmasına neden olan şey bunlardı. Nereye gideceğimin bir önemi yoktu, önemli olan gidecek olmaktı, önemli olan yola adım atmaktı. Sonrası nasılsa gelirdi.

Bu kararı aldıktan sonra bilet, pasaport ve yaşam giderleri için para biriktirmeye başladım. Yalan söyleyemem stajyer maaşı ile hem hayatta kalmak ve hem de para biriktirmek hiç de kolay olmadı. Zaten çok fazla para da biriktiremedim. Ama amacım çok para ile rahat rahat gezmek olmadığı için bunu sorun olarak da görmedim. Olabildiğince biriktirdim gerisini param bittiği zaman düşünürüm dedim.

Ve işte buradayım. 5 Aralık 2018 günü ailemi, arkadaşlarımı, evimi, işimi, her şeyi geride bırakıp yola çıktım. Seyahatime neden ve nasıl Japonya ile başladığım, gitme kararını aldığım günden bugüne kadar fikirlerimde nasıl değişimler olduğu, gitmeden önceki son günlerde neler hissettiğim, ailemin ve arkadaşlarımın bu kararımı nasıl karşıladığı ise başka bir günün ve yazının konusu. Şimdilik bu kadar.

Sevgili okuyucu, kısaca, kim olduğumu, neden ve nasıl böyle bir karar aldığımı anlattım. Eğer ki bu satırlara kadar sıkılmadan, belki biraz da olsa sıkılarak ama gene de sabırla okuduysan teşekkür ederim. Umarım, önümde uzanan bu yolculuğun tamamında yazdıklarımı okur, fikirlerinle yol gösterir ve yanımda olursun. Sözlerimi Carl Sagan’ın bana ilham olan o cümlesi ile bitirmek istiyorum: “Uzun yol, bizi çocukluğumuzdan kalma unutulmuş bir şarkı gibi çağırıyor.”
Osaka, Japonya