24 Ağustos 2021 Salı

“Neal Cassady’nin Ruhuyuz”

Arkadaşlarımla buluşacağım restorana doğru yürürken, cesarete ve utanmazlığa ihtiyacım olan anlarda kendi kendime söylediğim “Neal Cassady’nin ruhuyuz” cümlesini tekrarlayıp durmuştum. Cümle işe yaramış olacaktı ki bir bar taburesinde oturmuş on beş yirmi dakika önce tanıştığım, şehirde gördüğüm en güzel kadınlardan birisi ile bira içip sohbet ediyordum. Başımı, az önce oturduğum masaya çevirdiğimde, arkadaşlarımın bana bakıp gülümsediklerini fark ettim. Birkaç dakika sonra, arkadaşlarım yüzlerinde aynı gülümseme ile yanıma gelip hesabı hallettiklerini söyleyip bize iyi geceler dilediler ve yanımızdan ayrıldılar.

Birkaç şişe daha içmiştik ki artık o malum soruyu sorma vaktinin geldiğini anlamıştım. Biraz daha orada oturup içmeye devam edersek masadan kalkamayacak ve yarım saatimizi tuvalette kusarak geçirecektik. Başka bir yere gitmek isteyip istemediğini sorduğumda tatlı bir gülümseme ile “olur” dedi ve şişede kalan son yudumları içip bardan çıktık. Taksi bulabileceğimiz ana cadde birkaç sokak ilerideydi. Yavaş yavaş yürüyerek ana caddeye ulaştık. Caddede sağa sola sallanan, şarkı söyleyip dans eden bir sürü sarhoş vardı. Orada biraz oyalandıktan sonra yoldan geçen taksilerden birisi el kol salladığımı görüp yanımıza yanaşmıştı ki biraz önce gayet samimi olduğum kadın, beni öpüp bu gece eve tek döneceğini ama beni daha sonra arayacağını söyledi ve ben daha şaşkınlığımı üzerimden atamadan taksiye binip oradan uzaklaştı.


Şaşkınlığımı üzerimden attıktan sonra kendi kendime, “Neal Cassady’nin ruhuyuz” cümlesini tekrarlayıp az önce oturduğum bara döndüm. Bara girdiğimde birkaç saat önce yemek yediğimiz restoranda tanıştığımız, birkaç defa göz göze geldiğim ve şansımı daha sonra deneyebileceğimi düşündüğüm garson ile restoranın müdürünün de orada olduğunu gördüm. Selam verip yanlarına oturup oturamayacağımı sorduğumda Japonlara has heyecanlı tavırları ile evet anlamında başlarını salladılar.  İngilizceleri yok denecek kadar kötü olsa da el kol hareketleri ve çeviri uygulamaları ile bir şekilde sohbet ediyorduk. Sohbet epey bir ilerledikten sonra dört senedir birlikte olduklarını ve bir sene içerisinde evlenmeyi düşündüklerini söylediler. Onlar adına çok sevindiğimi söylerken gecenin 202 numaralı odada biteceğini anlamıştım ama gene de keyifli bir akşam olmuştu. Birkaç kadehten sonra onlar da yanımdan ayrıldığında barın sahibi ve bir iki müşteri haricinde içeride kimse kalmamıştı.


Bardan çıktığımda saat iki olmak üzereydi. Bu defa “Neal Cassady’nin ruhuyuz” diyemeyecek kadar yorgun ve sarhoştum. Ellerimi cebime sokup “hiçbir zaman olamayacağım eve” dair o şarkıyı mırıldana mırıldana eve doğru yürümeye başladım.


İstanbul, Türkiye

12 Mayıs 2021 Çarşamba

Gemide 23 Saat

Tanıştığım insanların tavsiyelerinin aksine Cebu’dan Manila’ya uçak ile değil de gemi yolculuğu ile dönmeye karar vermiştim. Biletimi almaya, derme çatma bir alışveriş merkezinin son katındaki yazıhaneye gittim. Yazıhanede bir kişi, o da epey sallana sallana, çalışıyordu; dışarıda sıcaklık otuz derece idi ve içeride klima yoktu. İçeride on dakika geçirmiş olmama rağmen terden sırılsıklam olmuştum. Aslında daha alışveriş merkezine girdiğimde Manila’ya yapacağım gemi yolculuğunun nasıl bir yolculuk olacağını anlamıştım ama gene de bir daha ne zaman gemi yolculuğu yapacağım diye düşünerek, uçak biletinden çok da ucuz olmayan biletimi aldım.

Cebu’da geçirdiğim birkaç günden sonra Carie’nin evinden çıkıp limana doğru gitim. Limana ulaştığımda, her zamanki gibi, erken gittiğimi fark edip yakındaki bir marketten yolculuk sırasında yemek için bir şeyler aldım. Daha sonrasında limana gidip öğle güneşinden korunmak için bir gölge bulup yere oturdum. Kimi valiz kimi çuval kimi de kutunun içerisinde canlı tavuk ve horoz taşıyan insanlar oradan oraya gidip geliyordu. Etrafta tek bir turist yoktu.


Gemi, beni hiç de şaşırtmadığı üzere bir saat kadar gecikmişti. Filipinliler neredeyse her buluşmaya bir saat kadar geciktiği için bu bir saatlik gecikmeye Filipin saati deniyordu. Bu gecikmelere aşinaydım çünkü birkaç gece önce bir barda akşam 9 civarında buluşma planı yaptığım bir kadın, Filipin saatine göre gelip beni bir saat barda bekletmişti. Birkaç saatlik gecikmeden sonra geminin kapıları açıldı ve yolcuları içeri almaya başladılar. Böylece yirmi üç saat sürecek yolculuğumuz  gecikmeli de olsa başlamıştı.
Biletimi alırken sekiz kişinin kaldığı turist odalarından birisini seçmiştim. Odanın fotoğraflarına internetten baktığım zaman, oda gayet normal görünüyordu: Lüks değildi ama temizdi, bu da fazlasıyla yeterliydi. Görevlilere sora sora odayı bulup içeriye girdiğimde ise internetteki fotoğraflarla hiç alakası olmayan bambaşka bir gerçekle karşılaştım. Oda arkadaşlarım, o gemide çalışan on sekiz on dokuz yaşlarındaki turizm öğrencileriydi ve kesinlikle bir misafir beklemiyorlardı. Bunu yatakların sağına soluna asılmış olan çamaşırlardan ve çoraplardan rahatça anlayabiliyordum.

Odada sekiz erkek olacaktık, bu bana ilk olarak askeriye koğuşlarını çağrıştırmıştı, daha sonra askere gittiğimde ranzalardan sarkan çorapları, havluları yere saçılmış botları gördüğümde de aklıma bu oda gelecekti. Odada yalnızca bir tane priz vardı ve o prizi de oda arkadaşlarım kullanıyordu yani prizi kullanmak bana düşmezdi. Odanın dışarı açılan bir penceresi yoktu bu yüzden odanın içerisine o malum koku sinmişti. Gemide, yolcuların ya da personelin kullanabilmesi için internet de yoktu. İnternetin ve prizin olmaması canımı sıkmış olsa da önümde hem kendi kendime kalabileceğim hem de oda arkadaşlarımla geçirebileceğim yirmi üç saatim vardı. Ayrıca hepi topu yirmi üç saatti abartılacak bir tarafı da yoktu.


Odadan çıkıp etrafa bir göz gezdirmek istediğimde gördüğüm manzara şöyleydi: Kapısı olmayan bazı “odalarda” birkaç yüz kişi bir arada yan yana dizili olan ranzalarda yatıyordu, insanlar eşyalarını yataklarının üzerine koymuştu ya da gelişigüzel bir biçimde yere saçmıştı, çocuklar çoktan kaynaşmış koridorda koşturuyorlardı, odaların birinden limandayken gördüğüm tavukların sesi geliyordu, gemide sadece yemekhanenin kapısının önünde priz olduğu için bazı yolcular bu prizlerin başına toplanmış telefonlarını şarj etmeye çalışıyorlardı, geminin tuvaletleri ve tuvaletlerle aynı yerde bulunan duş kabinleri o kadar kirliydi ki havada uçuşan virüs ve bakterileri görebiliyordum. Tüm bu manzaradan sonra biraz şoka uğradım ve temiz hava almak için güverteye çıkmak istedim. Dışarı çıktığımda gördüğüm manzara ise içerideki kaosun aksine göz kamaştırıyordu: Masmavi bir deniz ve gökyüzü ile kimisi yakında kimisi uzakta olan irili ufaklı adalar karşımda uzanıyordu, geminin yan tarafında birkaç yunus bize eşlik ediyordu.

Yemek saatinin geldiği anons edilince yemekhaneye gittim. Yemekte soğuk, yağlı bir tavuk ve Asya’nın her köşesinde olduğu gibi pirinç pilavı vardı. Yemeğin yarısını yiyip kalan yarısını çöpe döktükten sonra odaya döndüm ve işlerini bitirip odaya dönmüş olan oda arkadaşlarımla sohbet etmeye başladım. Hepsi sıcakkanlı, heyecanlı ve meraklı insanlardı. Yaptığım seyahatlerden, gemi yolculuğundan, gemideki görevlerinden, gemi dedikodularından ve tabii ki gemide çalışan diğer kadınlardan sohbet ediyorduk. Sohbet bir yerden sonra o kadar ilerledi ki oda arkadaşlarımdan birisi ile sarılıp birbirimizi daima hatırlamak için birbirimize ülkelerimizin paralarından verdik. Bir süre sonra yan odalardan başka öğrenciler de benimle tanışmaya ve fotoğraf çekinmeye gelmeye başladı. Birkaç saat süren popülerlikten sonra herkes kendi köşesine çekildi ve odamızda yabancı hiç kimse kalmadı. Saat çok geç olmasa da günü bitirmek için yatağa girdim ve çoğu zaman olduğu gibi huzursuz bir uykuya daldım.

Sabah uyandığımda kahvaltı saati geçmişti. Zaten akşamki yemekten sonra kahvaltı yapmak gibi bir niyetim de yoktu. Gemiye binmeden aldığım kruvasanlardan geriye kalanları yedim. İnsanı canından bezdiren sıcağa rağmen iki gündür duşa girememiştim ama banyoyu kullanıp bulaşıcı bir hastalığa yakalanmak da istemediğim için bolca deodorant sıkıp dişlerimi fırçalamakla yetindim. Gemiden indikten sonra kalacağım hostele gitmek için telefonuma ihtiyacım olacaktı. Bu yüzden telefonu kullanmamaya özen gösteriyordum ama buna rağmen telefonumun şarjı bitmek üzereydi.

Biraz hava almak ve etrafı görmek için dışarı çıktığım zaman ileride bir yerlerde Manila görünebiliyordu. Bu seyahatimizin sonuna geldiğimiz anlamına geliyordu. Yaklaşık iki saat sonra  gemi limana yanaşmaya başladı. Oda arkadaşlarımla ve gece tanıştığım diğer öğrencilerle vedalaştıktan sonra gemiden indim. Keyifli çocuklardı, birlikte vakit geçirsek eğlenebilirdik ama gemiden ayrılamazlardı. Birden “onları bir daha göremeyeceğim dank etti kafama ama böyleyken böyleydi işte, yapacak bir şey yoktu.”

Limandan çıktığımda etrafımı nereye gittiğimi, nasıl gideceğimi, tricycle isteyip istemediğimi soran bir kalabalık sarmıştı. Önce nazik nazik “hayır”, “teşekkür ederim", “istemiyorum”, “taksi çağırdım” derken beşinci dakikadan sonra insanların yüzüne “s*ktir git!” ile başlayan küfürler savurmaya, nereye gideceksin sorularına “Cehennemin dibine gidiyorum, götürecek misin ?” şeklinde cevaplar vermeye başlamıştım. Neyse ki işler daha da çirkinleşmeden çağırdığım taksi yaklaştı ve yaklaşık bir ay önce, Filipinler’e geldiğim ilk günlerde konakladığım, köşebaşında barbekü yapılan, sokağında kanalizasyon akan, boş odası olup olmadığını bilmediğim hostelime gitmek için taksiye bindim.

İstanbul, Türkiye

18 Nisan 2021 Pazar

"Your Home in Japan"

Tennoji İstasyonu’nun hemen yanında bir hostelde biraz zaman geçirmiştim. Kirli, kötü kokan, askeriye koğuşu gibi ruhsuz, tavan arasında farelerin gezindiği bir hostel değil; bir Japon hosteliydi ve bu da konfor demekti.

Bu hostelin kapısında kiralayabileceğiniz bisikletler ve bir sigara içmek, biraz temiz hava almak için oturabileceğiniz ufak bir koltuk vardı.


Kapıdan içeri girdiğinizde sağ tarafta, içerisinde her türlü mutfak malzemesi, çok rahat olmasa da oturacak koltuklar, G*me of Thr*nes’un son sezonunu, ne berbattı değil mi ama, izleyebileceğiniz bir televizyon, kimsenin okumadığı sadece süs olsun diye rafta duran broşürler ve kitaplar, daha önce orada konaklamış olanların bıraktığı notlar ve duvarda kocaman bir harita olan; insanların gün içerisinde yemek yediği, sohbet ettiği, vakit geçirdiği sevimli bir mutfak vardı. Bu mutfakta bazen doğum günü kutlanır bazen sabahlara kadar sohbet edilir bazen de tüm geceyi Namba’da bir barda geçirdikten sonra uyuyakalınırdı.


Çamaşır makineleri bodrumda dururken, misafir odaları ikinci kattan başlar ve üst katlara doğru giderdi. Eh tabii ki en güzel oda da duşların hemen yanındaki, sokağa bakan balkonu ile altı kişinin aynı anda konaklayabileceği 202 numaralı oda idi. Bu odadan bir kat aşağı indiğinizde dünyanın her köşesinden insanların olduğu o mutfakta bulurdunuz kendinizi. İşin ilginç yanı bir aşağı katta türlü sohbetler edebileceğiniz onlarca insan varken 202 numaralı odadaki yatağınızın perdesini çektiğiniz zaman bir anda tek başınıza kalabiliyor olmanızdı. Daha da ilginç olan ise tüm eşyalarınızı bu odada bırakıp gidecek dahi olsanız eşyalarınızın asla ama asla ortadan kaybolmaması, sizi bıraktığınız yerde bıraktığınız şekilde bekleyecek olmasıydı. Bu odada bazen bir Yeni Zellandalı bazen bir Fransız bazen de bir Iraklı kalırdı. Her misafirin ayrı bir hikayesi, ayrı bir rotası olurdu. Bu misafirlerden kimi haftalarca kalır kimi ise gecenin karanlığında gelir ve sabahın ilk ışıkları ile tekrardan yola düşerdi. 


Bu hostelin bir de çatı katı vardı. Hava ısındığı zaman temizlenir, bir masa birkaç sandalye ile tüm geceyi geçirebileceğiniz bir hale gelirdi. Bu çatıdan Abeno Harukas ve Tennoji Park görünürdü. Yağmur altında çok da güzel görünürdü Abeno Harukas. Öyle anlar olurdu ki o masadan kalkmak istemez ve hatta o masadan kalkmanın bir hata olacağını bilirdiniz.


İşte bir zamanlar böyle bir hostelde biraz zaman geçirmiştim.


İstanbul, Türkiye