26 Ocak 2019 Cumartesi

"Merhaba"


Saat 6.30’da çalan alarmla uyandım. Ulan İstanbul’da bile bu saatte uyanmıyordum ile başlayan, küfürlerle devam eden bir sızlanmadan sonra gerçekleri kabullenip işe gitmek için hazırlanmaya başladım. Odada dört kişi kalıyorduk ve kibarlık gereği onları olabildiğince az rahatsız etmek için karanlıkta, yataktan çıkmadan, akrobatik hareketler ile üstümü değiştirip o gün molada yiyeceğim yemeği çantama atıp termosuma kahvemi doldurduktan sonra hostelden ayrıldım. 


Sabahın ilk saatleri olduğu için hava, ne eldivenlerin ne de montun fayda etmeyeceği kadar soğuktu. Her zamanki gibi Abeno istasyonuna gidip dört numaralı vagonunun dört numaralı kapısından metroya bindim. Yirmi dakikalık bir yolculuktan sonra Nagahara istasyonunda inip yaklaşık yarım saat yürüyüşün ardından çalıştığım yere ulaştım. Tarzanca anlaştığım ve isimlerini halen daha hatırlayamadığım iş arkadaşlarım da geldikten sonra çalışmaya başladık. Yaklaşık üç saat sonra kendisi dünyanın en mükemmel insanlarından olan patronum, yanıma gelip o gün çok fazla iş olmadığını kendisinin de yorgun olduğunu söyleyip birlikte Nara’ya gitmeyi teklif etti. Ben de büyük bir memnuniyet ile teklifini kabul ettim. Bu sohbetten yaklaşık yarım saat sonra Nara’ya gitmek için yola koyulduk. Nara’ya bizimle birlikte Kassai’nin kızı ve damadı da gelecekti. Evlerine gidip onları aldıktan sonra Nara’ya doğru yola devam ettik. 

Bir buçuk saatlik yolculuğumuzdan sonra arabayı park edecek bir yer bulduk ve Nara Park’a doğru yürümeye başladık. Parka yaklaştıkça etrafta gezinen Nara’nın meşhur geyiklerinin sayısı artmaya başladı. Parka geldiğimizde patronum Kassai geyikleri beslemem için kraker satan stantların birinden kraker alıp krakeri elime sıkıştırdı. Kassai, krakeri elime sıkıştırır sıkıştırmaz etrafım geyikler tarafından sarılmıştı kimi sağımdan beni dürtüyor kimisi elimi ısırmaya çalışıyordu. Bu keşmekeşin içinde alelacele elimdeki krakerler ile geyikleri besleyip kaçarcasına yanlarından uzaklaştım. 


Parkın içersindeki Tōdai-ji Tapınağı’na doğru giderken Kassai, bize beklememizi söyleyip yolun hemen solundaki İnformation Center’a gitti. Daha sonra kapıdan bana seslenip oraya gelmemi söyledi. Ben de ne kadar şanslı olduğumu düşünerek yanına gittim. İçeride Kassai ve İnformation Center’da çalışan bir kadın vardı. Aralarında Japonca konuşuyorlardı. Tam olarak ne konuştuklarını anlamasam da jest ve mimiklerinden konunun turistlere verilen broşürler olduğunu anlamıştım. Kassai, kendi seçtiği birkaç tane İngilizce broşürü verdikten sonra yanımıza orada çalışan kadın da geldi. Kadın bana birkaç tane daha broşür gösterdikten sonra bana İngilizce nereli olduğumu sordu. Ben de İngilizce Türk olduğumu söyledim. Kadın bir anda gayet güzel bir telafuz ile Türkçe merhaba dedi. Merhaba, Japonya’da bir Japon tarafından son derece güzel bir telafuzla söylenen bir merhaba. O kadar şaşırmıştım ki İngilizce cevap verdim. Gene çok güzel bir telafuz ile Türkçe nasılsın diye sorunca hala şaşkın bir şekilde iyi olduğumu söyleyip Türkçe’yi nerede öğrendiğini sordum. Bana bir süre Türkiye’de yaşadığını ve birçok Türk arkadaşı olduğunu söyledi. Ne kadar süre Türkiye’de kaldığını sorduğum zaman aldığım cevap ise beni tamamen şoka soktu: Bayağı. Bayağı hiç de okullarda ya da kitaplarda öğrenilebilecek bir kelime değildi. Ama bu kelimeyi son derece yerinde ve güzel bir şekilde kullanmıştı. Aralıklarla bu tesadüfe gülerek bir süre sohbet ettik. Ama patronumun ve ailesinin beni beklediğini söyleyip ayrılmak için iznini istedim. Sanki kırk yıllık arkadaşıymışım gibi sıcak ve içten bir gülümseme ile güle güle deyip beni yolcu etti.

Tapınağı ve çevresini gezdikten sonra yemek yemek için geri dönerken patronumdan izin isteyip tekrardan İnformation Center’a gittim. Gene aynı sıcak ve içten gülümseme ile beni karşıladı. Osaka’ya döndüğümüzü ama tekrardan gelip daha uzun süre sohbet etmek istediğimi söyledim. Bana, isminin Hisae olduğunu söyleyip çalışma günlerini takvim üzerinde gösterdi. Daha sonra görüşmek üzere vedalaştık. 

Her ne kadar daha erken gitmek istesem de çalışma günlerim buna izin vermedi ve bu olaydan birkaç hafta sonra, izin günümde tekrardan Nara’ya gitmek için plan yaptım. İzin günümde sabah 10.30 gibi uyandım. Konakladığım hostelden Nara Park’a nasıl gidildiğine bakıp hazırlandıktan sonra yola çıktım. Yolculuğum trenle yaklaşık bir saat sürdü. 

Trenden indikten sonra gene geyiklerin arasından Hisae’nin çalıştığı İnformation Center’a gittim. İçeride bu defa bir başkası çalışıyordu. Ona, Türk olduğumu ve Hisae’yi aradığımı söyledim. Bana bir dakika beklememi söyleyip bir kapıdan arka tarafa geçti. Yarım dakika geçmeden yanında Hisae ile geri döndü. Beni gördüğüne şaşırmış olacak ki, aa siz mi geldiniz nasılsınız dedi. Ve başladık sohbet etmeye. Sohbet o kadar güzeldi ki Teoman’dan Hisae’nin Van’a tek başına yaptığı seyahate, Barış Manço’nun mavi renkli Mançoloji isimli kasetlerinden Marmaray’ın açılması planlanan, belki de çoktan açılmış olan bilmiyorum, etaplarına kadar her şeyden konuştuk. Hatta bütün bunlar yetmezmiş gibi bir de Mustafa Sandal’ın onun arabası var güzel mi güzel nakaratlı şarkıyı birlikte söyledik.

Sohbet her ne kadar çok güzel olsa da artık ayrılık vakti gelmişti. Hisae’ye Japonya’dan ayrılmadan tekrardan ziyaretine geleceğimi söyledim ve birbirimizin mail adresilerini alıp İstanbul’da ya da Nara’da tekrardan görüşmek üzere vedalaştık. 

Osaka, Japonya



12 Ocak 2019 Cumartesi

Otostop

Couchsurfing üzerinden tanıştığım Kat’in, Yokohama’ya trenle yirmi dakika uzaklıktaki evinde iki gece kalmıştım. Daha yeni tanışmış olmamıza rağmen sanki birbirini yıllardır görmeyen iki yakın arkadaş gibi sohbet ederek geçirmiştik bu iki geceyi. Her ne kadar daha uzun süre kalmak istesem de Workaway üzerinden bulduğum hostelde çalışmak için Osaka’ya gitmem gerekiyordu. Yokohama‘dan Osaka’ya hızlı trenle yolculuk 1000 TL’ye, gece otobüsü ile 350 TL’ye mal oluyordu. Tokyo’da yaşadığım maddi felaketten sonra bende her ikisine de verecek para olmadığı için otostop çekmeye karar verdim. 


16 Aralık sabahı erkenden uyandım. Hızlıca bir şeyler atıştırıp Kat’e “I will miss you :(” notunu bıraktıktan sonra evden çıktım. Elimde önceki gece hazırladığım, güzergahımın üzerindeki şehirlerin isimlerinin yazılı olduğu bir karton vardı: Shizuoka, Nagoya ve Osaka. Trene binip dinlenme tesisine en yakın istasyona geldiğimde yanımda ellili yaşlarında birisi belirdi. Bir elimdeki kartona bir de bana baktıktan sonra utana sıkıla yanıma gelip biraz İngilizce daha çok Tarzanca ile bana otostop çekmeye mi gittiğimi sordu. Ben de otostop çekmeye yakındaki dinlenme tesisine gittiğimi söyledim. Ben seni dinlenme tesisine kadar bırakayım dedi. Yolu haritadan bulmuştum ama gene de tamam dedim. Birlikte düştük yola. Yol boyunca kelime kelime anlaşmaya çalışsak da ne o beni anlıyor ne ben onu anlıyordum. Otobanın kenarındaki dinlenme tesisine geldiğimizde kendisine teşekkür ettim. Gider herhalde diye düşünürken içecek satılan makinelerin birisinden bir içecek alıp bana hediye etti ve sallana sallana geldiğimiz yoldan evine doğru gitti. 

Şaşkınlığı üzerimden atıp yüzümde yarısı yalan yarısı gerçek bir gülümseme ile başladım otostopa. Başta dinlenme tesisinin kapısında bekleyip insanlara elimdeki kartonu gösteriyordum. Ama bu şekilde kimseyi bulamayınca dinlenme tesisinin otoban çıkışına gittim. Böylece otobandakilere de kartonu gösteririm diye düşünmüştüm. Biraz da orada bekledikten sonra yanıma yirmili yaşlarında birisi yaklaştı. Gene Tarzanca orada otostop çekemeyeceğimi, bunun yasak olduğunu, dinlenme tesisinin kapısına gitmem gerektiğini söyledi. Ama bütün bunları sinirli bir şekilde değil gayet güler yüzle anlatıyordu. Ben de tamam deyip kapıya geri döndüm. Elimde kartonla bekleyip insanlara gülümserken yanıma bir çift yaklaştı. Osaka’ya gitmediklerini ama Nagoya’ya çok yakın bir yere gideceklerini ve istersem beni de bırakabileceklerini söylediler. Yaklaşık 25 dakika beklemiştim ve yolumun dörtte üçünde beni götürecek bir araba bulmuştum. O kadar mutluydum ki anlatamam. Bana 10 dakika beklememi içeriden bir şeyler alıp geleceklerini söylediler. Beklerken az önce bahsettiğim yirmili yaşlardaki Japon yanıma yaklaştı ve yakındaki marketten aldığı bir tatlıyı hediye edip ben teşekkür dahi edemeden yanımdan uzaklaştı. Şaşkınlıkla elimde tatlıyı tutarken beni götürecek olan çift geldi ve arabaya bindik. 

Yolda çok güzel bir müzik listesi eşliliğinde biraz sohbet etsek de yolun çoğu sessizlik içerisinde geçti. Bu sessizlik anlarında yolun sağındaki dağları ve ormanları izleyip çocukluğumda kurduğum çoğu Yüzüklerin Efendisi’nden ilham alan hayallerimi düşünüyordum. Sonunda hayallerime kavuşmuştum: Hiç bilmediğim bir yerde dağların ve ormanların arasında seyahat ediyordum. Ben bütün bunları düşünürken yaklaşık üç saat geçti ve beni alan çiftle olan yolculuğumuzun sonuna geldik. Beni bahsettikleri yere yakın bir başka dinlenme tesisine kadar götürüp tesisin Osaka çıkışı yönünde bıraktılar. 

Yüzümde bu defa tamamı gerçek olan kocaman bir gülümseme ile dinlenme tesisinin kapısına gittim ve elimdeki kartonu insanlara göstermeye başladım. Ama bu defa ilk baştaki kadar şanslı değildim. Bir buçuk saatten fazla beklememe rağmen kimse beni almadı. Ama başka bir şey oldu. Endonezyalı bir kadın ve Japon eşi yanıma yaklaşıp kim olduğumu, orada ne yaptığımı, nereye gittiğimi, yardıma ihtiyacım olup olmadığını sordu. Ben de İstanbul’da ne yaptığımı, neden geldiğimi, nereye gittiğimi anlattım. Bir süre sohbet ettikten sonra yanımdan ayrıldılar ama 10 dakika geçmeden kadın elinde içecek makinelerinden aldığı bir içecekle geri döndü. Bunu senin için aldık lütfen kabul et dedi. Gerek yoktu teşekkür ederim derken içeceği almak için elimi uzattım. Tam içeceği alırken elime içeceğin arkasına gizlediği 5000 Yen’i sıkıştırdı. Şaşkınlıkla dilenmiyorum, seyahat ediyorum, avukatım falan desem de kadını ikna edemedim. Seyahatine yardımcı olmak istiyoruz deyip parayı elime sıkıştırıp gitti. Yüzümde aptalca bir ifade ile bir gün içerisinde nasıl bu kadar çok güzel insan ile denk geldiğimi anlamaya çalışarak oturduğum yere geri dönüp otostop çekmeye devam ettim.

Birinin beni almasını beklerken bu defada yanıma iki tane üniversite öğrencisi geldi. Onlar da otostop çekiyormuş beni görünce gelip tanışmak istemiş. Bir süre ne yaptığımızdan, okullarımızdan ve Japonya’da otostopun zorluğundan bahsettikten sonra birbirimizin kısmetimizi kapatmayalım diye onlar eskiden otostop çektiği yere geri döndü. Ben de otostopa devam ettim.

Artık umudum iyice tükenmişti. İki buçuk saat olmuştu hava kararıyordu ve üşümeye başlamıştım. Dinlenme tesisinin içindeki bir mağazanın ücretsiz internetini kullanarak en yakındaki tren istasyonuna baktım. Yürüyerek 40 dakika mesafedeydi. Sırtımdaki 13 kilo yükle o yolu yürümek zor olacaktı ama mecburdum. Tam gitsem mi kalsam mı diye düşünürken yanıma yaşlı bir çift yaklaştı. Bana Osaka’ya değil ama Nara’ya gittiklerini istersem beni de oraya kadar götürebileceklerini söylediler. Nara’ya ulaşırsam Osaka’ya gitmek maksimum 25 TL’ye mal olacaktı. Adam gel götürelim dediğinde sevinçten göbek atacaktım neredeyse. Tamam dedim hadi gidelim. Yolda giderken epey bir sohbet ettik. Seyahatlerimden, Türkiye’den, oradaki işimden tutun da adamın oğlunun kilosuna kadar her şeyden sohbet ettik. Konuşurken öğrendim ki adamın adı Kassai’ymiş ve elektrik kontrol paneli üreten bir şirketi varmış. Çocuklarından birisi Tokyo’da diğeri Nara’da yaşıyormuş. Üçüncü ve en küçük çocuğu ise kendisi ile birlikte çalışıyormuş.

Nara’ya yaklaşırken Kassai’nin eşi, bu gece onlarda kalmamı teklif etti. Rahatsızlık vermek istemem falan desem de ısrar ettiler. Benim de açıkçası işime gelmişti. Yağmur yağıyordu ve hava iyice kararmıştı. Gündüz, kuru havada Osaka’ya gitsem daha iyi olur diye düşünüp tamam kalayım dedim. Eve yaklaşırken Kassai bana, gel benim şirketimde çalış saatine 1000 Yen veririm dedi. Şaka yapıyor sandım ama bahsettiği ücret Japonya’da asgari ücretten birazcık yüksek olsa da benim için dudak uçuklatan cinstendi ben de işin ne olduğunu dahi sormadan tamam kabul ediyorum dedim. Bu konuşmadan yarım saat sonra Kassai’nin evine ulaştık. Kassai’nin evi şehrin dışında, iki katlı, içerisine ikiden fazla aracı alabilecek kadar büyük garajı olan bir evdi. O güne kadar kaldığım evlerin tamamı bir ya da iki odalıyken ilk defa hali vakti gerçekten yerinde olan birinin evinde kalacaktım. Bir saniye durup o gün yaşadığım şeyleri, o an bulunduğum yeri ve ertesi gün yapacağım şeyleri düşündüğümde “ne oluyor lan” demekten kendimi alamıyordum.

Aracın içerisindeki eşyaları eve taşıdıktan sonra Kassai’nin, İngilizcesi iyi olmasa da gözleriyle iyi niyetini ve sevecenliğini anlatan eşi yiyecek bir şeyler hazırladı. Yemek yerken bir yandan da onlara Kapadokya’nın, daha önceki seyahatlerimin, ailemin ve arkadaşlarımın fotoğraflarını gösteriyordum. Yarım saat kadar sohbet ettikten sonra Kassai bana sabah 6.30’da uyan 6.45’te işe gideceğiz dedi. O gece, Kassai’nin Tokyo’da yaşayan en büyük oğlunun yatağında uyudum. Uyurken dahi başıma gelenlere anlam veremiyor, bu kadar da şanslı olamazsın kesin bir şeyler ters gidecek diye düşünüyordum. Bütün bu düşüncelere rağmen biraz zor da olsa uyudum ve sabah Kassai’nin söylediği saatte uyandım. Üstümü değiştirip çantamı toparladıktan sonra aşağı indim. Baktım ki Kassai iş konusunda gerçekten ciddiymiş. Günaydın, iyi uyudun mu faslından sonra bir bardak Japon çayı içip işe gitmek için yolda çıktık.

Bütün bu olaylardan sonra bugün, haftanın dört günü hiçbir bilgim ya da eğitimim olmamasına rağmen elektrik kontrol paneli üreten bir şirkette sabah 8.30’dan akşam 18.00’a kadar kablo bağlamaktan tutun da panel kapağı hazırlamaya kadar her türlü işi yapıp seyahatimi finanse etmek için para biriktiriyorum.

Osaka, Japonya



5 Ocak 2019 Cumartesi

Ben Kimim ?

Sevgili Okuyucu,

Belki de seninle hiç tanışmadık. Bu yüzden sana öncelikle kendimden, daha sonra da neden ve nasıl tek yön bilet ile yola çıktığımdan bahsedeceğim.

Ben Segah Utku Turanlı, 1995 Kayseri doğumluyum. İlk ve orta öğretimimi Kayseri’de tamamladıktan sonra Marmara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ni kazandım(?) ve 14 Eylül 2013 tarihinde İstanbul’a geldim. Hukuk fakültesinden mezun olduktan sonra avukatlık stajımı İstanbul’un hatrı sayılır hukuk bürolarından birinde başlattım ve tamamladım. Şimdi gelelim asıl konuya.

Neden böyle bir şey yaptım ? İşimi, evimi, sevdiğim insanları neden ve nasıl geride bıraktım ? Yolu sevmeme neden olan ve yola çıkmamı tetikleyen çok fazla şey vardı hayatımda. Şimdi dahi aklıma onlarca farklı şey geliyor: Eski apartmanımız, gittiğimiz piknikler, Yüzüklerin Efendisi, adını hatırlamadığım dünyayı keşfettiğim o bilgisayar oyunu, Tarzan, ailemle gittiğim seyahatler, yağmur kar çamur demeksizin kulaklıkla yürüdüğüm Kadıköy-Üsküdar arası yol, Carl Sagan’ın bir cümlesi… Uyumadan önce kendimi her zaman soğuk ve yağmurlu bir yolda sıcak ve kuru bir yer ararken ya da bilmediğim sokaklarda, patikalarda yürürken hayal ederdim. Çocukken bu hayallerimi dağlarda, mağaralarda ve ormanlarda geçen maceralar süslerken yaşım ilerledikçe belki de okuduklarımın ve izlediklerimin de etkisiyle tren yolculukları, 66. Karayolu, ucuz bir bar ya da oteller süsler hale gelmişti.

Tüm bu hayallerimi düşündüğümde fark ettim ki hiçbirinde bir yere varmıyordum. Yolun kenarındaki bir ağacın altında uyuyordum, bir adaya düşüyordum, bir barda içiyordum ama hiçbirinde bir yere ulaşmıyordum. Fark ettim ki aslında benim hayallerimde “o yer” hiç olmamış. O klişe cümle ile ifade etmek gerekirse benim için önemli olan varmak değil gitmekmiş. Kaybolmak, keşfetmek, ertesi gece nerede uyuyacağını bilmemek, bazen işi şansa bırakmış hayallerim.

Diyeceksin ki tüm bunları fark etti ve bileti aldı. Hayır. Hayalimin ne olduğunu fark ettikten sonra bir hata yaptım: Onları görmezden geldim, bahaneler uydurdum ve hatta onları derinlere çok derinlere gömdüm. Şöyle oldu: Ülkenin kalburüstü üniversitelerinden birinin belki de en iyi bölümünden mezun olmuştum. Arkadaşlarım yavaş yavaş çalışma hayatına atılıyor, konuştukları konular değişiyor ve başka bir hayata adım atıyorlardı. Bu hayat, benim henüz hiç bilmediğim bir hayattı. Onlarla buluştuğum zaman hiç bilmediğim şeyler anlatıyorlardı. Çevremdeki insanlar bana “Ee mezun oldun şimdi ne yapacaksın ? Nerede yaşayacaksın ? Kayseri’ye geri dönecek misin ?” gibi sorular sorar olmuştu. İşte tam bu dönemde kendi kendime “Tamam, hissettiklerin istediklerin hayallerin bunlardı ama artık bu hayat bitti, bu işi yapacaksın o zaman en iyisi ol” dedim. Ve kendimi bu fikre adadım: İyi bir avukat olacaktım. Seyahat için biriktirdiğim ve en zor anımda dahi harcamadığım birikimimi bu hedefe adadım. Kitaplar, kıyafetler derken zaten üç kuruş olan birikimim eridi gitti. Ama bu hedefe ulaşma konusunda iyi de bir başlangıç yaptım. Şehrin en iyi bürolarından birisinde stajımı başlatmıştım, iyi avukatlarla çalışıyor onlardan nasıl iyi bir avukat olunur öğreniyordum.
Gelelim bu hatadan nasıl döndüğüme. Çalışmaya başlayalı daha iki hafta olmuştu. Ofisin dinlenme odasında kendime çay yaparken avukatlardan ikisinin, ki o zamanlar isimlerini dahi bilmiyordum, konuşmasına denk geldim. İçlerinden birisi, diğerine “Burada sıkıştım kaldım, istemediğim bir işi yapıyorum ve bundan kurtuluşum yok. Gittikçe daha da saplanıyorum.” dedi. O an kafamdan silahla vuruldum sanki, tamam silahla vurulduğunda ne olur bilmiyordum ama eminim ki yaşadığım buna çok yakın bir şeydi. Kendi kendime “Segah bu senin iki sene sonraki halin olacak, istemediğin bir işte çalışacaksın ve asla mutlu olmayacaksın. Her zaman pişman olacaksın” minvalinde bir şeyler söyledim.

O an gitme kararı aldım. Henüz çalışmaya başlamamın ikinci haftasındaydım her sabah erkenden uyanmayı, çalışmayı, stresi ve omuzlarıma yüklenen ve dahası da yüklenecek olan sorumlulukları kabul etmek gerekir ki çok da sevmemiştim ama bu aydınlanışa sebep olan şey kesinlikle bunlardan birisi değildi. Bunların hepsine “iyi bir avukat olmak” için katlanabilirdim ama aslında istediğim şey bu değildi. İstediğim şey, bilmediğim sokaklarda kaybolmak, geceyi tekinsiz yerlerde geçirip ertesi gün nerede neler yapacağımı bilmeden rahatsız bir uyku uyumaktı. Beni heyecanlandıran, mutlu eden, kalbimin güm güm atmasına neden olan şey bunlardı. Nereye gideceğimin bir önemi yoktu, önemli olan gidecek olmaktı, önemli olan yola adım atmaktı. Sonrası nasılsa gelirdi.

Bu kararı aldıktan sonra bilet, pasaport ve yaşam giderleri için para biriktirmeye başladım. Yalan söyleyemem stajyer maaşı ile hem hayatta kalmak ve hem de para biriktirmek hiç de kolay olmadı. Zaten çok fazla para da biriktiremedim. Ama amacım çok para ile rahat rahat gezmek olmadığı için bunu sorun olarak da görmedim. Olabildiğince biriktirdim gerisini param bittiği zaman düşünürüm dedim.

Ve işte buradayım. 5 Aralık 2018 günü ailemi, arkadaşlarımı, evimi, işimi, her şeyi geride bırakıp yola çıktım. Seyahatime neden ve nasıl Japonya ile başladığım, gitme kararını aldığım günden bugüne kadar fikirlerimde nasıl değişimler olduğu, gitmeden önceki son günlerde neler hissettiğim, ailemin ve arkadaşlarımın bu kararımı nasıl karşıladığı ise başka bir günün ve yazının konusu. Şimdilik bu kadar.

Sevgili okuyucu, kısaca, kim olduğumu, neden ve nasıl böyle bir karar aldığımı anlattım. Eğer ki bu satırlara kadar sıkılmadan, belki biraz da olsa sıkılarak ama gene de sabırla okuduysan teşekkür ederim. Umarım, önümde uzanan bu yolculuğun tamamında yazdıklarımı okur, fikirlerinle yol gösterir ve yanımda olursun. Sözlerimi Carl Sagan’ın bana ilham olan o cümlesi ile bitirmek istiyorum: “Uzun yol, bizi çocukluğumuzdan kalma unutulmuş bir şarkı gibi çağırıyor.”
Osaka, Japonya