30 Mart 2019 Cumartesi

İmam Hatip Kütüphanesinde Duş Almak

Seyahatime başlamadan birkaç hafta önce, Kayseri’de ailemin evinde yola çıkmak için heyecanla gün sayarken Workaway üzerinden bir mesaj geldi. Gelen mesajda, Pakde isimli birisi beni Endonezya’daki bir köye, çocuklara İngilizce öğretmeye davet ediyordu. Köyün yerine internetten baktığım zaman düşündüğüm ilk şey “ne işim var benim bu kuş uçmaz kervan geçmez yerde” oldu. Daha sonra etraflıca düşününce, bu işin gerçek Endonezya’yı görmek için çok iyi bir fırsat oluğunu fark ettim ve Pakde’ye, işi kabul ettiğimi ve hangi tarihlerde orada olacağıma ilişkin bir mesaj attım.

Pakde ile yaptığım konuşmadan üç buçuk ay sonra nihayet Endonezya’ya gelmiştim. Hava; gölgede, hiç kıpırdamadan durduğum zamanlarda dahi inanılmaz derecede boğucuydu. Bali’de geçirdiğim üç günden sonra çalışacağım köye gitmek için hazırdım. Çalışacağım köy Endonezya’nın, Sulawesi Adası’ndaki Güney Sulawesi bölgesinde Balantang isimli bir köy idi. Balantang’a gidebilmek için öncelikle Bali’den Makassar’a uçakla gitmem, daha sonra da Makassar’dan 12 saatlik bir gece otobüsü yolculuğu yapmam gerekiyordu.

Bali’den Surabaya’ya olan ilk uçağım saat 10.15’teydi. Bu yüzden sabah 7 civarında kaldığım hostelden ayrıldım ve Grab ile havaalanına gittim. Havaalanında uçağın saatini beklerken. önceki geceden çantama koyduğum fıstık ezmesi ve ekmek ile kahvaltı yaptım. Ben kahvaltımı yaparken uçağın saati de gelmişti. Yaklaşık 50 dakikalık bir yolculuktan sonra Surabaya şehrine geldik. Havaalanından çok otogara benzeyen havaalanında, 3 saat bekledikten sonra Makassar uçağımın saati geldi ve yaklaşık bir buçuk saatlik bir yolculuktan sonra Makassar’a ulaştım.

Makassar’a indiğimde gene Grab ile 12 saatlik yolculuğumu yapmak için derme çatma olan Daya Otobüs İstasyonu’na gittim. Otobüs istasyonunun derme çatmalığını gördüğüm zaman 12 saat geçireceğim otobüsün halini düşünemiyordum bile. Ama endişem tamamen yersiz çıktı. Akşam saat 7 gibi gelen otobüs, daha önce hiçbir ülkede görmediğim kadar lükstü. Kliması ve koltukları Makassara geldiğim uçaktan çok daha iyiydi. Otobüste geçirdiğim 12 saatten sonra Malili Otobüs İstasyonu’na ulaşmıştım. Tam bir gündür yoldaydım ve kelimenin tam anlamıyla leş gibiydim. 

Malili Otobüs İstasyonu’na geldiğim zaman daha önceden irtibat kurduğum, isminin Pakde olduğunu düşündüğüm kişiye otobüs istasyonuna geldiğimi söyledim. Bana, birkaç dakikaya orada olacağını söyledi. Ben de otobüs istasyonunda onu beklemeye başladım. Yaklaşık on beş dakika sonra yanıma isminin Pakde olduğunu düşündüğüm kişi geldi. O an öğrendim ki aslında iletişim kurduğum kişi başından beri Pakde değil Aan isimli bir İngilizce öğretmeniymiş. “Pakde” ise Endonezya’da köy muhtarlarına verilen isimmiş ve aslında köy muhtarının adı Musakkir’miş. Aynı zamanda Aan, köydeki çocuklara İngilizce öğreten kursun da başındaki kişiymiş. Bu aydınlanmadan sonra Aan’ın motoruna binip onun çalıştığı okula gittik. Gittiğimiz okul, din ve Arapça dersi ağırlıklı, Türkiye’deki imam hatiplere benzer programı olan bir okuldu. Okula gittiğimizde, orada çalışan diğer öğretmenlerin benim geleceğimi çoktan bildiğini fark ettim. Aan ders için sınıfa gittiğinde, dil konusunda yaşadığımız sıkıntıya rağmen, elimizden geldiğince Türkiye, siyaset, Endonezya yemekleri gibi konulardan sohbet ettik. 

Aan dersten döndüğünde, Aan’ın ailesi ile birlikte yaşadığı eve gitmek için hazırlanmaya başladım ama diğer öğretmenler bizi öğle yemeğine davet etti. Ben de, her ne kadar istesem de çok uzun bir yoldan geldiğimi ve duş almam gerektiğini söyledim. Bunun üzerine bana, kütüphanede duş alabileceğimi söylediler. Şaşırmış bir vaziyette tamam dedim ve çantamı sırtlanıp ve Aan ile birlikte kütüphane binasına gittim. Banyonun, binanın alt katında ya da en azından çalışma odasından uzakta bir yerinde olacağını düşünsem de tam aksine çalışma odasının hemen yanındaydı. Her gün olduğu gibi “ne yapıyorum ben Allah aşkına” diyerek bir imam hatip okulunun kütüphanesinin, kapısında kilit olmayan, aynı zamanda tuvalet olarak da kullanılan banyosunda, duşumu aldım.


Balantang, Güney Sulawesi, Endonezya

15 Mart 2019 Cuma

Couchsurfing Nedir ?

Kat, Manila’ya gittiğim zaman beni havaalanından alıp en yakın MRT istasyonuna bırakması ve Japonya’da kazandığım paranın bir kısmını, güvenlik gerekçesi ile, saklaması için kardeşi Kelly’i aramıştı. Manila Havaalanı’na geldiğimde Kelly ile haberleşip beni sabah saat 4.30’da alması konusunda anlaştık. Saat 4.30 olduğunda Kelly ile havaalanının kapısında buluştuk. Kısa bir şehirde nereye gitmeliyim neye dikkat etmeliyim sohbetinden sonra paramın neredeyse yarısını ona emanet ettim ve beni, Couchsurfing’den bulduğum James’in evine gitmem için, MRT Ayala İstasyonu’na bıraktı. James’in evine gittiğimde saat sabah 7.30 civarındaydı. Güvenlik beni binaya almadığı için James’i arayıp uyandırmam hatta güvenliğe çağırmam gerekmişti.

James ile geçirdiğimiz iki günde şehri ve ülkeyi yavaş yavaş tanımaya başlamıştım. Sokaklarda yürüyor; insanları yemek yerken, alış veriş yaparken; sokakta hiçbir şey yapmadan yatarken izliyordum. Aklımda, Manila’nın kuzeyindeki, arkadaşlarımın hiçliğin ortası dediği benimse anlamsızca görmek istediğim, Angeles’e gitmek vardı. Küçük bir plandan sonra, Couchsurfing’den, iki gece kalmak için Cottnie isimli birisini buldum. İki gün sonra Palawan’a gitmek için Manila’ya geri döneceğim için, kalan paramın çoğunun da içinde olduğu, büyük sırt çantamı James’in evinde bırakıp iki günlük eşyamı küçük sırt çantama koyduktan sonra cumartesi sabah saatlerinde Manila’dan ayrıldım.

Manila’nın iğrenç trafiğinde sıkıştıktan sonra otoyola çıktık ve 2 saatlik bir yolculuktan sonra Angeles’e geldik. Cottnie, bana Dau Terminali’nden Jeepneye binip SM Clark’a gelmemi söyledi. Ama ben elbette ki onu dinlemeyip yaklaşık yarım saatlik yolu güneşin altında yürüdüm ve sonunda  sıcaktan nevrim dönmüş bir şekilde SM Clark Alışveriş Merkezine’a geldim. Alışveriş merkezine girdikten sonra içeride bir süre oturup soluklanabileceğim bir yer ararken bir Starbucks gördüm ve oturdum. Cottnie’ye mesaj atıp geldiğimi söyledikten hemen sonra bana, yanında Fransız Pastanesi olan çıkış kapısına gitmemi benim için araba yollayacağını söyledi. Ne olup ne bittiğini anlamadan bahsettiği kapıyı buldum ve Cottnie’yi arayıp kapıda olduğumu söyledim. O da bana taksi gönderdiğini birazdan orada olacağını söyledi. Beklerken taksi geldi ve klasik taksici muhabbeti eşliğinde Cottnie’nin taksiciye verdiği adrese gittik. Taksi şehrin ara sokaklarında geçerken birazcık ürkmedim değil açıkçası çünkü daha önce Filipinler’de arka ve ara sokaklarda dolanmanın tehlikeli olacağını duymuş ve gözlemlemiştim. Ama korktuğum gibi bir şey olmadı ve taksici beni inmem gereken yerde indirdi. Cottnie beni bilmediğim bir şehrin, açıkçası o zamanlar tehlikeli olduğunu düşündüğüm sokaklarda dolanma zahmetinden kurtarmanın yanında bir de taksi ücretimi ödemişti.

Taksiden indiğim yer Cottnie’nin manikür, pedikür yaptırdığı bir kuaförün önüydü. Kapıda beni Cottnie’nin arkadaşı karşıladı ve içeri girdik. Türkiye’de böyle bir durum olmayacağı için garipseyip dışarıda bekleyebilirim dedim ama içerideki kimse benim orada olmamı umursamadı ben de Cottnie’nin yanına oturdum. Sonra başladık sohbet etmeye. Cottnie beni ve ne yaptığımı birazcık bilse de kuafördekiler için tamamen yabancıydım. Kimsin nesin nereden gelip nereye gidersinli sorulardan sonra Cottnie’nin işi bitti ve kuaförden çıktık. Eve gitmek için bir motorun yanına koydukları, kapısı penceresi olmayan açıkçası son derece güvensiz ama bir o kadar da keyifli tricycl isimli araçlardan birisine binip Angeles’in merkezine gittik. 

Angeles’in merkezine gittiğimizde, Cottnie beni yakınlardaki bir restorana götürdü. Restoranda ne yemek istediğimi sorsa da yemeklerin hiçbirini bilmediğim için, seçimi ona bıraktım O da mükemmel bir seçim yaparak Palabog isimli yemekle Halo Halo isimli içeceği sipariş etti. Her ne kadar ısrar etsem de misafir olduğumu ve ilk günüm olduğunu bu yüzden onun ödeyeceğini söyledi ve yemeğimi ısmarladı. Yemek ve içecek kelimenin tam anlamıyla muhteşemdi. Halo halo ilginç bir şekilde aşureye benziyordu. İçerisinde fasulyeden noodlea envai çeşit yiyecek vardı. Yemekleri yedikten sonra tekrardan sokağa çıkıp gene tricycl ile Cottnie’nin evine gittik. 

Cottnie, şehrin Pampang isimli bölgesinde yan yana dizili birkaç tane evden birinde, üç nesil ailesi ile birlikte yaşıyordu. Restoranda, tüm ailemle tanışacaksın dediğinde açıkçası bu kadarını beklemiyordum. Büyükanneden torunlara kadar tüm aile oradaydı. Evlerin ortasındaki avluya geldiğimizde iki tane masanın etrafında toplanmış, Çin iskambil kartları ile oynanan, Cuajo oyunu oynuyorlardı. Masadaki paraları görüp “Aa kumar demek” dediğimde ufak çaplı “yok canım ne kumarı sen de” anlamına gelen bi gürültü kopsa da basbayağı kumardı. Cuajo’nun ne kadar yaygın olduğunu ise pazar günü, Cottnie’nin kardeşinin doğum günü için, onların evine gittiğimizde, oradaki insanların da aynı kart oyununu oynadığını gördüğümde anlayacaktım.

Ben masaların orada otururken Cottnie de evde, Kanadalı bir şirket için bilgisayar başında akşam saat 10’dan sabah saat 6’ya kadar çalıştığı için, dinlenmekle meşguldü. Birkaç saat uyuduktan sonra saat 20.30 gibi dışarı çıkıp ufak bir tur atmayı planlamıştık. Ama Cottnie yorgun olduğu için plandan vazgeçtik. Ben, bütün geceyi evde geçirip dinleneceğimi düşünürken Cottnie’nin akrabası Katharina, duşa girip hazırlanmaya başladı. Açıkçası, dışarı çıkacak herhalde diye düşünüp hiç de oralı olmamıştım aslında, ta ki bana dönüp “Dışarı çıkıyor muyuz ?” diye sorana kadar. Ben de planımızı değiştirdiğimiz için gayrı ihtiyari “hayır çıkmıyoruz” dedim. Bunu dememle birlikte masalarda oturan ailenin yaşlılarından, bir kahkaha ve gürültü tufanı koptu. Sonradan anladım ki Cottnie, Katharina’ya benimle dışarı çıkmasını söylemiş O da bu yüzden hazırlanmış. Tabii ki ben bu durumu bilmediğim için “hayır” demiştim. Neyse ki hemen “Hadi çıkalım” diyerek durumu toparladım yola çıktık. Yoldan çevirdiğimiz bir tricycl ile Angeles’in merkezine, barların olduğu bölüme gittik. 

Şehrin merkezine gittiğimizde hangi bara gideceğimize karar vermek için bir süre ortalıkta dolandıktan sonra sonunda, canlı müzik olan bir bara oturduk ve başladık sohbet etmeye. Nereden gelip nereye gidersin sohbetlerinden sonra saat epey ilerlemişti. Sanırım, saat gece 1 civarında oturduğumuz yerden kalkıp gene tricylc ile eve döndük. Her ne kadar Cottnie ile planımız sabah 6.30’da uyanıp yürüyüşe çıkmaktıysa da o saatten sonra bu planın gerçekleşmeyeceği belliydi. Sabah 9’a kadar salondaki kanepede deliksiz bir uyku çektim.


Uykudan uyandığımda ev ve çevresindeki yaşam çoktan başlamıştı. Kadınlar yemek yapıyor, çocuklar ortalıkta koşuşturuyordu. Ortalıkta neredeyse hiçbir erkeğin olmayışını garipsemiştim ama bunun hakkında bir soru sorup can sıkmak da istemedim. Bir süre oyalandıktan sonra kalkıp dışarı çıkmak için hazırlandım. Angeles’in merkezinde turlayıp şehrin kuzeyindeki Amerikan üssünün olduğu Clark bölgesine gidecektim. Hazırlanmış evden çıkarken Cottnie’nin annesi, pazar ayini için kiliseye gittiğini beklersem birlikte şehre gidebileceğimizi söyledi. Ben de kiliseye onunla gidip gidemeyeceğimi sordum. Filipinler gibi koyu dindar bir ülkede yerel bir kilisede ayine gitmek paha biçilemez bir deneyim olacaktı. Yaklaşık yarım saat sonra kiliseye gitmek için evden çıktık.

Gittiğimiz kilise, bölgede epey meşhur olan bir kiliseydi. İçeridekilerin çoğunluğu bölge halkı olsa da töreni izlemeye gelen turistler de vardı. Sıraların arasında ilerleyip kendimize oturacak bir yer bulduktan sonra töreni izlemeye başladık. Benim için son derece yeni deneyim oluyordu; bazıları tanıdık olan dualar okunuyor, Peder, Tagalog dilinde vaaz veriyordu. Kırk beş dakika kadar sonra ayinin sonuna gelmiştik. Ayinden sonra yakınlardaki bir alışveriş merkezine alış veriş yapmaya gittik. Alış verişi de tamamladıktan sonra Cottnie’nin annesi, bana Clark bölgesine nasıl gideceğimi gösterip eve döndü.

Şehir merkezinde gezip bir şeyler yedikten sonra askeri üssün olduğu Clark bölgesine gitmek için jeepneylerin hareket ettiği yere gittim. SM Clark’ta yaptığım jeepney aktarmasından sonra üs bölgesine ulaştım. Üs bölgesinde Manila’daki kızarmış tavuk ve idrar kokan havadan, tekinsiz sokaklardan eser yoktu. Bu durumdan faydalanıp birkaç gündür yapamadığım bir şey yaptım: Derin derin nefes alıp güvenlik endişesi olmadan, sırt çantamı gerçekten sırtıma takıp sokaklarda sakin sakin yürüdüm. 

Yürüyüşüme her ne kadar devam etmek istesem de evde, Cottnie’nin kız kardeşinin, yaklaşık iki saat önce başlamış olması gereken, doğum günü kutlaması vardı. Ve bu yüzden geri dönmem gerekiyordu. Ayrıca hava karardıktan sonra ortalıkta tek başıma dolaşmaktan da çekiniyordum. Ta ki eve geri dönmek için bindiğim jeepneyden indikten sonraki, yaklaşık bir buçuk kilometrelik yolu, tek başıma yürüyene kadar. Sokağın sağında ve solunda et ve balık kızartan restoranlar, oturmuş etrafı izleyen yaşlı Filipinliler, araç tamir eden işçiler, evsizler, çığlık çığlığa koşuşturup oyun oynayan çocuklar vardır.

Eve gittiğimde saat dörtte başlaması gereken doğum gününü kutlamasının henüz başlamadığını hatta kutlamanın, Cottnie’nin kız kardeşinin evinde yapılacağını öğrendim. Bütün gün güneşin altında yürümüş olsam da, doğum günü kutlamasına hayır diyemezdim. Nitekim demedim ve bir arabaya doluşup Cottnie’nin kız kardeşinin evine gittik. Ev,  benim konakladığım evden yaklaşık 10 dakika uzaklıktaydı. Eve gittiğimizde, avludaki masanın etrafına oturmuş, daha önce bahsettiğim iskambil oyununu oynayan ellili yaşlarında dört kişi gördüm.

Cottnie’nin kardeşinin evinde de, tıpkı benim kaldığım ev ve çevresindeki gibi birkaç kuşaktan insanlar yaşıyordu. Evin bahçesinde iki, içeride bir, üst katlardaki kafeslerde ise iki tane köpek vardı. Cottnie’nin kardeşi kafesteki köpeklerin küçük, zararsız buldoglar olduğunu söyledikten sonra ufak bir, “Buldoglar tehlikeli midir/ değil midir ?” Tartışması yapsak da sonunda herkes buldogların tehlikeli olduğu konusunda anlaştı. Tagalog dilinde konuştukları için çoğunu anlamadığım, ufak tefek sohbetlerin eşliğinde yenen yemekten sonra, benim de yorgunluktan neredeyse masada uyuyakalacak olmam dolayısıyla tekrardan toparlanıp eve dönmek üzere yola çıktık.

Eve döndüğümüzde yorgunluktan neredeyse bayılmak üzereydim. Hızlıca duş alıp hazırlandıktan sonra salondaki kanepeme kıvrıldım. Böylece, arkadaşlarımın hiçliğin ortası olarak tanımladığı Angeles’teki maceram son bulmuş oldu. Ta ki ertesi sabaha kadar.


Manila, Filipinler