8 Kasım 2022 Salı

Kiev'de Bir Gün

Dokuz saat süren tren yolculuğundan sonra gara indiğimde saat sabah yedi buçuktu. Tren, Lviv’e giderken kullandığım ve neredeyse kaza yapacak olan minibüsün aksine rahat ve sıcaktı hatta çok sıcaktı. Birkaç gece önce daha Lviv’e gitmeden önce yağan yağmurda ıslandıktan sonra, önce kaldığım hostelin yakınlarındaki bir Karayip barına sonra da burada tanıştığım Ukraynalı birkaç kişi ile sözde şehrin en iyi barına gidip barın dışında soğuk havada takıldığımız için hastalanmıştım. Yanımda ilaç olmadığı için tüm yolculuk boyunca burnumu çekip öksürerek, trende aynı kompartımanda kaldığım bir kadının seyahatini eziyete çevirdim.

Trenden iner inmez yüzüme çarpan, Kiev’in insanın içini titreten havası uyku sersemliğimi bir anda aldı götürdü. Havaalanı otobüsüne akşam altı gibi bineceğim için şehirde geçirecek bir günüm vardı. Gece, üstümdeki kıyafetler ile uyumak zorunda kaldığım için şehir merkezindeki bir alışveriş merkezine gidip kendime çekidüzen vermem, üstümdeki kıyafetleri değiştirmem gerekiyordu. Ama önce garın hemen yanındaki McDonald’s’a gidip bir şeyler yemeye karar verdim. Valizimi garın alt katındaki bir yere bırakıp yemek yemeye gittim. İçeride benimle aynı trende seyahat etmiş elinde valizleri olan üç dört kişiden, gar çevresinde yaşamaya çalışan muhtemelen ısınmak için içeri girmiş birkaç evsizden ve çalışanlardan başka kimse yoktu. En ucuz kahvaltı menüsünü sipariş edip bir köşede onları yiyip telefonun biraz şarj olmasını bekledikten sonra toparlanıp alışveriş merkezine doğru yürümeye başladım.

Şehir yeni yeni uyanmaya başlamıştı. İnsanlar evlerinden çıkıyor, metro istasyonlarına, otobüs duraklarına doğru yürüyordu. Eski binaların arasında kırk beş dakika yürüdükten sonra alışveriş merkezine geldiğimde alışveriş merkezinin açılmasına yirmi dakika vardı. Üşümemek için kapının önünde volta atarken kapı açıldı. Maskemi takıp güvenlik görevlilerinin ters bakışları altında içeri girdim. En yakın tuvalete gidip kıyafetlerimi değiştirip dişlerimi fırçaladım. Kendime az da olsa çekidüzen verince ne sattıklarına bakmak biraz da ısınmak için mağazaları gezmeye başladım. Gittiğim yer, şehrin en lüks alışveriş merkezlerinden birisiydi ama sabahın ilk saatleri olduğu için içerisi boş sayılırdı. Herhangi bir alışveriş merkezinden çok da farklı değildi. Mağazalarda ilgi çekici hiçbir şey bulamayınca dışarı çıktım.


Şehrin en işlek caddelerinden birisindeydim. İnsanlar sokakta yürüyor, işe gidiyor, mağazalara girip çıkıyor, yolun kenarındaki banklarda ya da küçük kafelerde arkadaşları ile sohbet ediyordu. Benimse cebimde kalan grivnaları dolara çevirmek ve hediye almaktan başka yapacak hiçbir işim yoktu. Lviv’e gitmeden önce gözüme kestirdiğim, caddenin karşı tarafındaki hediyelik eşya satan bir mağazaya yürüdüm. Mağazanın içerisindeki envai çeşit hediyelik eşyanın arasında birkaç gündür aradığım hediyeyi buldum. Mağazanın sahibi ile biraz pazarlık yaptıktan sonra parasını ödeyip karşı binadaki döviz bürosuna gittim. O gün harcayacağım kadar parayı ayırıp kalan miktarı dolara çevirdikten sonra yapacak hiçbir işim kalmamıştı.


Ana caddenin hemen arkasındaki sokaklar ana caddenin aksine çok sessiz ve sakindi. Arka sokaklarda, binaların arasında, parklarda bir iki saat dolandıktan sonra Meydan’a geldim. Yorgunluğun ve biraz da üşümüş olmanın etkisi ile yakınlardaki bir kahve dükkanına gitmeye karar verdim. Meydanın köşesindeki Aroma Kava’ya gittiğimde içeride çalışanlardan başka kimse yoktu, telefonu şarj edebileceğim bir prizin yanındaki masaya oturup bir kahve sipariş ettim. Oyalanacak bir şeyler ya da sohbet edecek birisini bulamayınca buraya gelmeden önce birkaç gün geçirdiğim Ankara’dan aldığım defterimi çıkartıp Meydan’ı ve meydandaki turistlere kendisini öğrenci olarak tanıtıp Ukrayna bayrağının renklerinden yapılmış bileklikleri, insanlara önce hediye diye veren sonra ise okumak için paraya ihtiyacı olduğunu söyleyip onlardan para isteyen genci yazmaya başladım. Böylece bir iki saat daha vakit öldürdükten sonra belki karşıma ilgi çekici bir şeyler çıkar diye düşünüp dışarı çıktım. Hava sabahın ilk saatlerinden belki biraz daha sıcaktı. Bu defa devlet binalarının olduğu tarafa doğru yürüyüp Anayasa Mahkemesi’ni gördükten sonra Dinyeper Nehri’nin kenarındaki Mariyinsky Parkı’na gittim. Parkın yanındaki parkla aynı ismi taşıyan sarayın etrafında, havanın soğuğuna inat  spor yapan, köpeklerini gezdiren insanları izledikten sonra nehir boyunca yürüyüp tekrardan Meydan’a döndüğümde acıkmaya başlamıştım. Meydan’da kalıp yemek yemektense havaalanı otobüsünün kalkacağı, benim de güne başladığım, tren garına gitmeye karar verdim. Bir saatlik bir yürüyüşün sonunda garın yanındaki McDonald’s’a ulaşmıştım. İçerisi tıklım tıklım dolu idi. İnsanlar ellerinde valizleri ile trenlerini, otobüslerini orada bekliyordu. Gene en ucuz menüyü sipariş edip üst kata çıktım. Üşümüş, yorulmuş ve sıkılmıştım. Düşünebildiğim tek şey havaalanı otobüsüne binip bir saat kadar da olsa sıcak bir yerde uyumaktı.


Yemeğimi yiyip havaalanı otobüsünün saatini beklerken bir aile trajedisine denk geldim. Karşımdaki masada otuzlu yaşlarının ortasında bir kadın ile kadının çocuğu olduğunu düşündüğüm on - on iki yaşlarında bir kız çocuğu oturuyordu. Çocuk ciddi bir şekilde, kadına bir şeyler anlatmaya sanki onu bir şeye ikna etmeye çalışıyordu. Kadın ise çocuğu ya dinlemiyor ya da umursamıyordu. Kadın, çocuğun bir şeyler söylemesine aldırmadan çocuğu masada bırakıp alt kata indi. Çocuk, başını ellerinin arasına alıp birkaç saniye öylece bekledi. O kısacık anda ne düşündü bilmiyorum ama yüzünde biraz hayal kırıklığı biraz da kabullenmişlik ifadesi ile kalkıp kendi boyu kadar olan iki valizi de alıp aşağı indi. Bu kısa sahne karşısında ne hissedeceğimi bilemeden onları izlerken havaalanı otobüsünün hareket etme vakti geldi. Son bir Dylan şarkısı daha dinleyip yerimden kalktım, hiçbir işe yaramayacağını bildiğim halde montumu giyip kaşkolumu sardıktan sonra tekerleği kırık valizimi sürükleyerek gara doğru gittim.


Dokuz günlük seyahatin sonunda ve sonrasında elimde uyduruk bir barda içtiğim birkaç şişe bira, ülkeye geldiğim ilk günlerde aldığım üzerinde P*tin’in fotoğrafı olan bir tuvalet kağıdı rulosu ve bir önceki gün Lviv’den aldığım armutlu votka vardı.


İstanbul, Türkiye

4 Temmuz 2022 Pazartesi

Folsom Prison Blues

Üniversite yıllarında ne zaman okulun yakınından geçsem Johnny Cash’in Folsom Prison Blues şarkısını mırıldanmaya başlardım. Selimiye Kışlası ile Haydarpaşa Kampüsü arasındaki viyadüğün başında şarkıya başladığım zaman şarkının son kısmı hep kampüsün bahçe giriş kapısına denk gelirdi. Üniversiteden mezun olup çalışmaya başladıktan sonra Tahtakale yokuşunu çıkarken söylemeye başladım aynı şarkıyı. Şarkının son kısmı bu defa hanın girişine denk geliyordu. Çalıştığım yerden ayrıldıktan sonra bu defa da adliyeye giderken söylemeye başladım. Şarkının son kısmı bu defa E Blok’un giriş kapısına denk gelmeye başladı. 

Daha sonra fark ettim ki benim Folsom Prison’ım bir okul, bir iş ya da bir bina değilmiş. Benim Folsom Prison’ım, Huckleberry Finn olmayan ya da olamayan, ‘hareket edemeyen’ tarafımmış.


Planlarımın suya düştüğü, hevesimin kaçtığı ve daha da önemlisi üzgün olduğum şu anlarda, lafı daha da uzatmadan, cümlelerimi Mark Twain’in Tom Sawyer’ın Maceraları kitabından bir alıntı ile bitireyim:“Tom artık uyanma vakti geldiğini hissetti; böyle umutsuz bir halde yaşamak gayet romantik olabilirdi, ama duygusuzluğu ve fazlasıyla dikkat dağıtan türlü türlü şeyi beraberinde getiriyordu.”


4 Temmuz, Kayseri, Türkiye


14 Mayıs 2022 Cumartesi

Geleceğin Gölgesi

Sanırım artık anlatacak bir şey kalmadı. Döndüğümde, burada bir hayat kurmaya çalışacağımı eğer bunu başaramazsam gideceğimi söylemiştim.

Yıllardır yaşadığım şehirde, yıllardır yaşadığım için, yaşamaya devam ettim. Her gün aynı markete, her gün aynı bara gittim; her gün aynı sokaklarda yürüyüş yapıp tanıdıklara selam verdim belki aidiyet hissederim diye ama hissetmedim. Bir şeyler öğreneyim istedim: Yeni bir dil çalıştım, okudum, yazdım, yüksek lisans programları araştırdım. Güzel de başladım aslında ama devamını getiremedim. Sevdiğim insanlarla, sevdiğim bir yerde çok da keyif almadığım bir işi yaptım. Baktım olmuyor oradan ayrılıp kendi işimi yapmaya başladım. Eh o da oldu diyemem.


Bir zamanlar “Eğer bu olmayacaksa başlangıç cümlesi ‘“Keep, ancient lands, your storied pomp!” cries she with silent lips’ olan bir yazı yazıp gideceğim demiştim. O olmadı, ben de yazamadım. Defalarca kez ‘Yüzük Güneye Gidiyor’ bölümünü ya da “Yasak denizlere yelken açmaya ve vahşi topraklara çıkmaya bayılırım” satırlarını okudum. Sonra ışığımı söndürüp gün bitsin diye erkenden yatağa girdim. Uyandığımda duruşmaya yetişmem gerekiyordu.


Bir gün Gebze’de bir avukat ile tanışmıştım. Yıllar önce gitmiş, dönmüş ve meslekte yirmi beş yılı devirmiş bir avukat. Patavatsızlık yapıp “Neden döndünüz ?” diye sorduğumda, derin bir nefes alıp “Bazı sebeplerim vardı, yaptım bir hata” demişti bana. Yıllar önce, sigara odasında olduğu gibi o anda da bir şimşek çakmıştı ve bu senin yirmi beş yıl sonraki halin demiştim kendi kendime. Ama sanırım o kadar güçlü çakmamış olacak ki şimşek masama döndüğümde haritayı açmamıştım daha önce yaptığım gibi.


Velhasıl kelam, amin, döndüğümde, burada bir hayat kurmaya çalışacağımı eğer bunu başaramazsam gideceğimi söylemiştim. Görünen o ki ikisini de tam olarak başaramadım.


İstanbul, Türkiye