12 Mayıs 2021 Çarşamba

Gemide 23 Saat

Tanıştığım insanların tavsiyelerinin aksine Cebu’dan Manila’ya uçak ile değil de gemi yolculuğu ile dönmeye karar vermiştim. Biletimi almaya, derme çatma bir alışveriş merkezinin son katındaki yazıhaneye gittim. Yazıhanede bir kişi, o da epey sallana sallana, çalışıyordu; dışarıda sıcaklık otuz derece idi ve içeride klima yoktu. İçeride on dakika geçirmiş olmama rağmen terden sırılsıklam olmuştum. Aslında daha alışveriş merkezine girdiğimde Manila’ya yapacağım gemi yolculuğunun nasıl bir yolculuk olacağını anlamıştım ama gene de bir daha ne zaman gemi yolculuğu yapacağım diye düşünerek, uçak biletinden çok da ucuz olmayan biletimi aldım.

Cebu’da geçirdiğim birkaç günden sonra Carie’nin evinden çıkıp limana doğru gitim. Limana ulaştığımda, her zamanki gibi, erken gittiğimi fark edip yakındaki bir marketten yolculuk sırasında yemek için bir şeyler aldım. Daha sonrasında limana gidip öğle güneşinden korunmak için bir gölge bulup yere oturdum. Kimi valiz kimi çuval kimi de kutunun içerisinde canlı tavuk ve horoz taşıyan insanlar oradan oraya gidip geliyordu. Etrafta tek bir turist yoktu.


Gemi, beni hiç de şaşırtmadığı üzere bir saat kadar gecikmişti. Filipinliler neredeyse her buluşmaya bir saat kadar geciktiği için bu bir saatlik gecikmeye Filipin saati deniyordu. Bu gecikmelere aşinaydım çünkü birkaç gece önce bir barda akşam 9 civarında buluşma planı yaptığım bir kadın, Filipin saatine göre gelip beni bir saat barda bekletmişti. Birkaç saatlik gecikmeden sonra geminin kapıları açıldı ve yolcuları içeri almaya başladılar. Böylece yirmi üç saat sürecek yolculuğumuz  gecikmeli de olsa başlamıştı.
Biletimi alırken sekiz kişinin kaldığı turist odalarından birisini seçmiştim. Odanın fotoğraflarına internetten baktığım zaman, oda gayet normal görünüyordu: Lüks değildi ama temizdi, bu da fazlasıyla yeterliydi. Görevlilere sora sora odayı bulup içeriye girdiğimde ise internetteki fotoğraflarla hiç alakası olmayan bambaşka bir gerçekle karşılaştım. Oda arkadaşlarım, o gemide çalışan on sekiz on dokuz yaşlarındaki turizm öğrencileriydi ve kesinlikle bir misafir beklemiyorlardı. Bunu yatakların sağına soluna asılmış olan çamaşırlardan ve çoraplardan rahatça anlayabiliyordum.

Odada sekiz erkek olacaktık, bu bana ilk olarak askeriye koğuşlarını çağrıştırmıştı, daha sonra askere gittiğimde ranzalardan sarkan çorapları, havluları yere saçılmış botları gördüğümde de aklıma bu oda gelecekti. Odada yalnızca bir tane priz vardı ve o prizi de oda arkadaşlarım kullanıyordu yani prizi kullanmak bana düşmezdi. Odanın dışarı açılan bir penceresi yoktu bu yüzden odanın içerisine o malum koku sinmişti. Gemide, yolcuların ya da personelin kullanabilmesi için internet de yoktu. İnternetin ve prizin olmaması canımı sıkmış olsa da önümde hem kendi kendime kalabileceğim hem de oda arkadaşlarımla geçirebileceğim yirmi üç saatim vardı. Ayrıca hepi topu yirmi üç saatti abartılacak bir tarafı da yoktu.


Odadan çıkıp etrafa bir göz gezdirmek istediğimde gördüğüm manzara şöyleydi: Kapısı olmayan bazı “odalarda” birkaç yüz kişi bir arada yan yana dizili olan ranzalarda yatıyordu, insanlar eşyalarını yataklarının üzerine koymuştu ya da gelişigüzel bir biçimde yere saçmıştı, çocuklar çoktan kaynaşmış koridorda koşturuyorlardı, odaların birinden limandayken gördüğüm tavukların sesi geliyordu, gemide sadece yemekhanenin kapısının önünde priz olduğu için bazı yolcular bu prizlerin başına toplanmış telefonlarını şarj etmeye çalışıyorlardı, geminin tuvaletleri ve tuvaletlerle aynı yerde bulunan duş kabinleri o kadar kirliydi ki havada uçuşan virüs ve bakterileri görebiliyordum. Tüm bu manzaradan sonra biraz şoka uğradım ve temiz hava almak için güverteye çıkmak istedim. Dışarı çıktığımda gördüğüm manzara ise içerideki kaosun aksine göz kamaştırıyordu: Masmavi bir deniz ve gökyüzü ile kimisi yakında kimisi uzakta olan irili ufaklı adalar karşımda uzanıyordu, geminin yan tarafında birkaç yunus bize eşlik ediyordu.

Yemek saatinin geldiği anons edilince yemekhaneye gittim. Yemekte soğuk, yağlı bir tavuk ve Asya’nın her köşesinde olduğu gibi pirinç pilavı vardı. Yemeğin yarısını yiyip kalan yarısını çöpe döktükten sonra odaya döndüm ve işlerini bitirip odaya dönmüş olan oda arkadaşlarımla sohbet etmeye başladım. Hepsi sıcakkanlı, heyecanlı ve meraklı insanlardı. Yaptığım seyahatlerden, gemi yolculuğundan, gemideki görevlerinden, gemi dedikodularından ve tabii ki gemide çalışan diğer kadınlardan sohbet ediyorduk. Sohbet bir yerden sonra o kadar ilerledi ki oda arkadaşlarımdan birisi ile sarılıp birbirimizi daima hatırlamak için birbirimize ülkelerimizin paralarından verdik. Bir süre sonra yan odalardan başka öğrenciler de benimle tanışmaya ve fotoğraf çekinmeye gelmeye başladı. Birkaç saat süren popülerlikten sonra herkes kendi köşesine çekildi ve odamızda yabancı hiç kimse kalmadı. Saat çok geç olmasa da günü bitirmek için yatağa girdim ve çoğu zaman olduğu gibi huzursuz bir uykuya daldım.

Sabah uyandığımda kahvaltı saati geçmişti. Zaten akşamki yemekten sonra kahvaltı yapmak gibi bir niyetim de yoktu. Gemiye binmeden aldığım kruvasanlardan geriye kalanları yedim. İnsanı canından bezdiren sıcağa rağmen iki gündür duşa girememiştim ama banyoyu kullanıp bulaşıcı bir hastalığa yakalanmak da istemediğim için bolca deodorant sıkıp dişlerimi fırçalamakla yetindim. Gemiden indikten sonra kalacağım hostele gitmek için telefonuma ihtiyacım olacaktı. Bu yüzden telefonu kullanmamaya özen gösteriyordum ama buna rağmen telefonumun şarjı bitmek üzereydi.

Biraz hava almak ve etrafı görmek için dışarı çıktığım zaman ileride bir yerlerde Manila görünebiliyordu. Bu seyahatimizin sonuna geldiğimiz anlamına geliyordu. Yaklaşık iki saat sonra  gemi limana yanaşmaya başladı. Oda arkadaşlarımla ve gece tanıştığım diğer öğrencilerle vedalaştıktan sonra gemiden indim. Keyifli çocuklardı, birlikte vakit geçirsek eğlenebilirdik ama gemiden ayrılamazlardı. Birden “onları bir daha göremeyeceğim dank etti kafama ama böyleyken böyleydi işte, yapacak bir şey yoktu.”

Limandan çıktığımda etrafımı nereye gittiğimi, nasıl gideceğimi, tricycle isteyip istemediğimi soran bir kalabalık sarmıştı. Önce nazik nazik “hayır”, “teşekkür ederim", “istemiyorum”, “taksi çağırdım” derken beşinci dakikadan sonra insanların yüzüne “s*ktir git!” ile başlayan küfürler savurmaya, nereye gideceksin sorularına “Cehennemin dibine gidiyorum, götürecek misin ?” şeklinde cevaplar vermeye başlamıştım. Neyse ki işler daha da çirkinleşmeden çağırdığım taksi yaklaştı ve yaklaşık bir ay önce, Filipinler’e geldiğim ilk günlerde konakladığım, köşebaşında barbekü yapılan, sokağında kanalizasyon akan, boş odası olup olmadığını bilmediğim hostelime gitmek için taksiye bindim.

İstanbul, Türkiye