21 Ocak 2024 Pazar

Taipei’de Osmanlı Tuğrası

Hostelde tek başıma içmekten sıkılmış yakınlardaki bir İrlanda barına gitmiştim. İçerisi hiç de beklediğim gibi kalabalık değildi. Masaların çoğu boştu, kalan masalarda da yaşları epey ilerlemiş birkaç kişi oturuyordu. Yakınlarda gidebileceğim başka bir yer olmadığı için içeri girip bar kısmına oturdum. Happy Hour’un bitmesine on beş dakika kaldığını fark edip hemen siparişimi verdim.

Çaprazımdaki televizyonda iki Asya futbol takımının pek de heyacanlı olmayan maçı vardı. Yanımda da saat neredeyse dokuz olmasına rağmen, bilgisayarında bir şeyler yapıp bir yandan da viski içen otuzlu yaşlarında birisi oturuyordu. Pek de heyecanlı bir gece olmayacak diye düşünüp bira şişem ile oynayıp televizyondaki maçı izlemeye başladım. Yanımda oturan adam bir ara önündeki mısırı uzatıp "hepsini bitiremem keyfine bak” dedi ve böylece sohbet etmeye başladık. Okuduğumuz okullardan işlerimize, Tayvan’da ertesi gün yapılacak olan seçimden seyahat etmeye kadar birçok şeyden konuştuktan sonra eşinin yanına gitmesi gerektiğini söyleyip birbirimizi sosyal medyadan ekledikten sonra yanımdan ayrıldı.


Ben de bu arada ikinci şişemin yarısına gelmiştim. Barda ne var ne yok diye etrafa bakınırken alkol şişelerinin dizili olduğu rafta gözüme bir şey çarptı. Gözlerimi kısıp yeniden baktım. Sonra bir an durup kaç tane içtim lan ben diye düşündüm. Hosteldekilerle birlikte dördüncüyü içiyordum yani sarhoş olmaktan çok uzaktım. Yaklaşıp rafta duran şeye tekrardan baktım. Yanlış görmüyordum gerçekten de orada rafta bir Osmanlı Tuğrası vardı. Halen daha emin olamadığım için barmene seslenip oradaki ne diye sordum. Bana “İngiltere’nin sembolü” dedi. İçten içe gülüp “Emin misin ?” diye sordum. “Evet, arkadaşım hediye etti” dedi. Gülmemek için dilimi ısırarak “Güzelmiş” diye cevapladım. Gülmeden daha fazla orada oturamayacağım için hesabı ödeyip dışarı çıktım. Birkaç dakikadır içimde tuttuğum kahkahayı patlatıp malum şarkıyı mırıldana mırıldana hostele döndüm.




Bangkok/ Tayland

13 Kasım 2023 Pazartesi

“Dağları Görmek İstiyorum Gandalf, Dağları”

Aslında 15 Ekim’de gidecektim ama uçak bileti çok pahalı olduğu için gidemedim. Siz beni 15 Ekim’de gitmişim gibi düşünün.

Malum bir sebepten ve malum olmayan birkaç sebepten dolayı gittim. Gittim çünkü dağları görmek istiyordum; gittim çünkü kendimi, belki bir gece hariç, T*kyo’da gibi hissediyordum. Aslında Batı’ya gidecektim ama Doğu’ya geldim. Çünkü “Bir yere mi gidiyorsun yoksa sadece gidiyor musun ?” sorusuna cevabım sadece gidiyorumdu. 

Dört sene önce yaptığım işi yapıyor, dört sene önce kaldığım hostelde kalıyor ve dört sene önce gittiğim barlara gidiyorum. Tek fark yaşadığım şehri, yaptığım işi ve insanları daha iyi tanıyorum. Tabii bir iki tane de arkadaşım var arada bir buluşup gyoza yediğim ya da bira içtiğim.

Haftanın dört günü, masraflarımı karşılayabilmek için İngilizcesi neredeyse hiç olmayan iki kişi ile elektrik paneli yapıyorum. Keşke biraz sohbet edebilsek kim bilir ne hikayeler anlatırlardı bana. Panel yapımına ilişkin öğrendiğim çoğu şeyi hatırlıyorum. Hatırlamadığım şeyleri de el kol hareketleri ile sorup öğrenmeye çalışıyorum.

Hostelde altı kişilik bir odada kalıyorum. Oda arkadaşlarımdan birisi tek kişilik bir yatağa otuz tane koli istiflemiş ellili yaşlarında bir erkek, diğeri ise mecburiyetten saçma sapan bir işte çalışan bir kadın. Diğer yataklarda kimin uyuduğunu, ne zaman gelip ne zaman gittiklerini bilmiyorum. Odamın tavanında, yağmur yağdığında içeri su sızdıran, bir delik var. Biraz can sıkıcı oluyor tabii ama birkaç kova ve yatak örtüsü ile neler yapılabildiğini görseniz şaşırırsınız.

Bazen hostelin kapısında oturup “Balkonda Niye Böyle Oldu Sigarası İçerken Dinlenecek Şarkılar”ı dinliyorum, bolca alkolün eşliğinde elbette. Bazen de hostelin oturma odasında insanlarla gülüp eğleniyorum, bolca alkolün eşliğinde elbette. Murphy's'de adını bile hatırlamadığım insanlarla sohbet etmeyi de ihmal etmiyorum. Sonra o malum şarkıyı mırıldana mırıldana elli altı dakika yürüyüp hostele dönüyorum gecenin bir yarısı.

İşte tüm bunlar benim “To The West” diyeceğim güne kadar sürdüreceğim hayatım olacak sanırım.

Osaka, Japonya




31 Temmuz 2023 Pazartesi

“Neden Kendine Bunu Yapıyorsun ?”

Batum’a geleli daha bir saat olmuştu. Hepsi birbirine benzeyen, hiçbiri de bir şeye benzemeyen Sovyet yapımı elli, altmış yıllık binalardan birinin etrafında üçüncü turumu atarken, sokağın ortasında, “Nerede bu a*ına koduğumun hosteli ?”, “S*ktiğimin Sovyet ülkeleri, harita kullanmayı bile beceremiyorsunuz am*na koyayım.” diye bağırıyordum. İki gece kalacağım hostelin olması gerektiği yerde ne bir işaret, ne bir tabela ne de hosteli andıran bir şey vardı. Hava kararmaya başlamıştı ve yağmur çiseliyordu. Acaba başka bir yerde mi diye cadde boyunca birkaç sefer yürüyüp tabelalara bakmaya başladım. Cadde üzerinde ne kadar gidersem gideyim etrafta kalacağım hostele dair tek bir iz bile yoktu. Yarım saatlik bir aramadan sonra başladığım yere geri döndüm.


Yıkık dökük binanın köşesinde, yıllar önce yapıldığı belli olan yarısı silinmiş bir işaret gördüm. İşarette bir başka hostelin ismi yazıyordu. Belki o hosteldekiler, benim kalacağım yeri biliyordur diye binanın arka tarafına dolandım. Binanın arka tarafı karanlık ve ıssızdı. Evlerden dışarı sızan zayıf ışıklardan başka ortalığı aydınlatan bir şey yoktu. Binanın arka tarafında, kalabalık bir erkek grubu sigara içip sohbet ediyordu. İngilizce bilmediklerini tahmin edip Tarzanca hostelin yerini sordum, onlar da bana Tarzanca cevap verip yıkık dökük binayı işaret etti. Binanın içerisine girdiğimde gördüğüm manzara şöyleydi: Binanın kapısı yoktu, merdivenler ufalanmış ve  içerisindeki demirler ortaya çıkmaya başlamıştı, tavandan aşağı elektrik kabloları sarkıyordu ve koridorda aydınlatma namına hiçbir şey yoktu. Koridor, kırık camlardan içeriye giren ışık ile “aydınlanıyordu.”





Telefonun fenerini açıp “Nereye düştüm gene a*ına koyayım ya” diye söylene söylene beşinci kata kadar çıktım. Beşinci kata çıktığımda koridorun sağ tarafındaki kapıya asılmış, yarısı düştüğü için okunmayan bir kağıttan o hostelin aslında benim kalacağım hostel olduğunu ama aynı yerde iki ayrı hostel varmış gibi internete ilan koyduklarını anladım. İçeri girdiğimde, Doğu Avrupa’da kaldığım hostellere benzeyen, havasız bir ortam ile karşılaştım. Ortak alanın mutfak kısmında birileri yemek yapıyordu. Yaptıkları yemeğin kokusu tüm hosteli sarmıştı. O an hostelde çalışan birisi olmadığı için, uzun zamandır orada kaldığını düşündüğüm, misafirlerden birisi bana yardımcı oldu ve bana yatağımı gösterdi. Kalacağım oda sekiz kişilikti ve tüm yataklar doluydu. Odanın içerisi havasız, kirli ve karanlıktı. Karanlık, odanın kirliliğini ve dağınıklığını gizliyordu. Odanın dağınıklığından anladığım kadarıyla bazı müşteriler uzunca bir süredir orada kalıyordu ve ortamı epey bir sahiplenmişlerdi. Odanın hemen yan tarafında ortak kullanılan, ayakkabı ile girilmekten yerde çamur izleri olan bir banyo vardı. Yukarı kattaki banyo ile birlikte on, on beş kişiye bir banyo/ tuvalet düşüyordu.


Üzerimi değiştirip hostelin çevresinde neler olduğunu görmek ve yanımda getiremediğim bazı eşyaları satın almak için dışarı çıktım. Döndüğümde yan ranzamda yatan kadına selam verip nereden gelip nereye gittiğini sordum. Bana Ukraynalı olduğunu ve savaştan kaçtığını, bir süredir bu hostelde kaldığını söyledi. Ne kadar daha orada kalacağını sorduğumda savaş bitene kadar diye cevapladı ve ertesi sabah işe gideceğini bu nedenle erken uyanması gerektiğini söyleyip iyi geceler diledikten sonra alt ranzamda uyuyan adamın horlama sesi arasında uykuya daldı.


İstanbul, Türkiye

8 Kasım 2022 Salı

Kiev'de Bir Gün

Dokuz saat süren tren yolculuğundan sonra gara indiğimde saat sabah yedi buçuktu. Tren, Lviv’e giderken kullandığım ve neredeyse kaza yapacak olan minibüsün aksine rahat ve sıcaktı hatta çok sıcaktı. Birkaç gece önce daha Lviv’e gitmeden önce yağan yağmurda ıslandıktan sonra, önce kaldığım hostelin yakınlarındaki bir Karayip barına sonra da burada tanıştığım Ukraynalı birkaç kişi ile sözde şehrin en iyi barına gidip barın dışında soğuk havada takıldığımız için hastalanmıştım. Yanımda ilaç olmadığı için tüm yolculuk boyunca burnumu çekip öksürerek, trende aynı kompartımanda kaldığım bir kadının seyahatini eziyete çevirdim.

Trenden iner inmez yüzüme çarpan, Kiev’in insanın içini titreten havası uyku sersemliğimi bir anda aldı götürdü. Havaalanı otobüsüne akşam altı gibi bineceğim için şehirde geçirecek bir günüm vardı. Gece, üstümdeki kıyafetler ile uyumak zorunda kaldığım için şehir merkezindeki bir alışveriş merkezine gidip kendime çekidüzen vermem, üstümdeki kıyafetleri değiştirmem gerekiyordu. Ama önce garın hemen yanındaki McDonald’s’a gidip bir şeyler yemeye karar verdim. Valizimi garın alt katındaki bir yere bırakıp yemek yemeye gittim. İçeride benimle aynı trende seyahat etmiş elinde valizleri olan üç dört kişiden, gar çevresinde yaşamaya çalışan muhtemelen ısınmak için içeri girmiş birkaç evsizden ve çalışanlardan başka kimse yoktu. En ucuz kahvaltı menüsünü sipariş edip bir köşede onları yiyip telefonun biraz şarj olmasını bekledikten sonra toparlanıp alışveriş merkezine doğru yürümeye başladım.

Şehir yeni yeni uyanmaya başlamıştı. İnsanlar evlerinden çıkıyor, metro istasyonlarına, otobüs duraklarına doğru yürüyordu. Eski binaların arasında kırk beş dakika yürüdükten sonra alışveriş merkezine geldiğimde alışveriş merkezinin açılmasına yirmi dakika vardı. Üşümemek için kapının önünde volta atarken kapı açıldı. Maskemi takıp güvenlik görevlilerinin ters bakışları altında içeri girdim. En yakın tuvalete gidip kıyafetlerimi değiştirip dişlerimi fırçaladım. Kendime az da olsa çekidüzen verince ne sattıklarına bakmak biraz da ısınmak için mağazaları gezmeye başladım. Gittiğim yer, şehrin en lüks alışveriş merkezlerinden birisiydi ama sabahın ilk saatleri olduğu için içerisi boş sayılırdı. Herhangi bir alışveriş merkezinden çok da farklı değildi. Mağazalarda ilgi çekici hiçbir şey bulamayınca dışarı çıktım.


Şehrin en işlek caddelerinden birisindeydim. İnsanlar sokakta yürüyor, işe gidiyor, mağazalara girip çıkıyor, yolun kenarındaki banklarda ya da küçük kafelerde arkadaşları ile sohbet ediyordu. Benimse cebimde kalan grivnaları dolara çevirmek ve hediye almaktan başka yapacak hiçbir işim yoktu. Lviv’e gitmeden önce gözüme kestirdiğim, caddenin karşı tarafındaki hediyelik eşya satan bir mağazaya yürüdüm. Mağazanın içerisindeki envai çeşit hediyelik eşyanın arasında birkaç gündür aradığım hediyeyi buldum. Mağazanın sahibi ile biraz pazarlık yaptıktan sonra parasını ödeyip karşı binadaki döviz bürosuna gittim. O gün harcayacağım kadar parayı ayırıp kalan miktarı dolara çevirdikten sonra yapacak hiçbir işim kalmamıştı.


Ana caddenin hemen arkasındaki sokaklar ana caddenin aksine çok sessiz ve sakindi. Arka sokaklarda, binaların arasında, parklarda bir iki saat dolandıktan sonra Meydan’a geldim. Yorgunluğun ve biraz da üşümüş olmanın etkisi ile yakınlardaki bir kahve dükkanına gitmeye karar verdim. Meydanın köşesindeki Aroma Kava’ya gittiğimde içeride çalışanlardan başka kimse yoktu, telefonu şarj edebileceğim bir prizin yanındaki masaya oturup bir kahve sipariş ettim. Oyalanacak bir şeyler ya da sohbet edecek birisini bulamayınca buraya gelmeden önce birkaç gün geçirdiğim Ankara’dan aldığım defterimi çıkartıp Meydan’ı ve meydandaki turistlere kendisini öğrenci olarak tanıtıp Ukrayna bayrağının renklerinden yapılmış bileklikleri, insanlara önce hediye diye veren sonra ise okumak için paraya ihtiyacı olduğunu söyleyip onlardan para isteyen genci yazmaya başladım. Böylece bir iki saat daha vakit öldürdükten sonra belki karşıma ilgi çekici bir şeyler çıkar diye düşünüp dışarı çıktım. Hava sabahın ilk saatlerinden belki biraz daha sıcaktı. Bu defa devlet binalarının olduğu tarafa doğru yürüyüp Anayasa Mahkemesi’ni gördükten sonra Dinyeper Nehri’nin kenarındaki Mariyinsky Parkı’na gittim. Parkın yanındaki parkla aynı ismi taşıyan sarayın etrafında, havanın soğuğuna inat  spor yapan, köpeklerini gezdiren insanları izledikten sonra nehir boyunca yürüyüp tekrardan Meydan’a döndüğümde acıkmaya başlamıştım. Meydan’da kalıp yemek yemektense havaalanı otobüsünün kalkacağı, benim de güne başladığım, tren garına gitmeye karar verdim. Bir saatlik bir yürüyüşün sonunda garın yanındaki McDonald’s’a ulaşmıştım. İçerisi tıklım tıklım dolu idi. İnsanlar ellerinde valizleri ile trenlerini, otobüslerini orada bekliyordu. Gene en ucuz menüyü sipariş edip üst kata çıktım. Üşümüş, yorulmuş ve sıkılmıştım. Düşünebildiğim tek şey havaalanı otobüsüne binip bir saat kadar da olsa sıcak bir yerde uyumaktı.


Yemeğimi yiyip havaalanı otobüsünün saatini beklerken bir aile trajedisine denk geldim. Karşımdaki masada otuzlu yaşlarının ortasında bir kadın ile kadının çocuğu olduğunu düşündüğüm on - on iki yaşlarında bir kız çocuğu oturuyordu. Çocuk ciddi bir şekilde, kadına bir şeyler anlatmaya sanki onu bir şeye ikna etmeye çalışıyordu. Kadın ise çocuğu ya dinlemiyor ya da umursamıyordu. Kadın, çocuğun bir şeyler söylemesine aldırmadan çocuğu masada bırakıp alt kata indi. Çocuk, başını ellerinin arasına alıp birkaç saniye öylece bekledi. O kısacık anda ne düşündü bilmiyorum ama yüzünde biraz hayal kırıklığı biraz da kabullenmişlik ifadesi ile kalkıp kendi boyu kadar olan iki valizi de alıp aşağı indi. Bu kısa sahne karşısında ne hissedeceğimi bilemeden onları izlerken havaalanı otobüsünün hareket etme vakti geldi. Son bir Dylan şarkısı daha dinleyip yerimden kalktım, hiçbir işe yaramayacağını bildiğim halde montumu giyip kaşkolumu sardıktan sonra tekerleği kırık valizimi sürükleyerek gara doğru gittim.


Dokuz günlük seyahatin sonunda ve sonrasında elimde uyduruk bir barda içtiğim birkaç şişe bira, ülkeye geldiğim ilk günlerde aldığım üzerinde P*tin’in fotoğrafı olan bir tuvalet kağıdı rulosu ve bir önceki gün Lviv’den aldığım armutlu votka vardı.


İstanbul, Türkiye

4 Temmuz 2022 Pazartesi

Folsom Prison Blues

Üniversite yıllarında ne zaman okulun yakınından geçsem Johnny Cash’in Folsom Prison Blues şarkısını mırıldanmaya başlardım. Selimiye Kışlası ile Haydarpaşa Kampüsü arasındaki viyadüğün başında şarkıya başladığım zaman şarkının son kısmı hep kampüsün bahçe giriş kapısına denk gelirdi. Üniversiteden mezun olup çalışmaya başladıktan sonra Tahtakale yokuşunu çıkarken söylemeye başladım aynı şarkıyı. Şarkının son kısmı bu defa hanın girişine denk geliyordu. Çalıştığım yerden ayrıldıktan sonra bu defa da adliyeye giderken söylemeye başladım. Şarkının son kısmı bu defa E Blok’un giriş kapısına denk gelmeye başladı. 

Daha sonra fark ettim ki benim Folsom Prison’ım bir okul, bir iş ya da bir bina değilmiş. Benim Folsom Prison’ım, Huckleberry Finn olmayan ya da olamayan, ‘hareket edemeyen’ tarafımmış.


Planlarımın suya düştüğü, hevesimin kaçtığı ve daha da önemlisi üzgün olduğum şu anlarda, lafı daha da uzatmadan, cümlelerimi Mark Twain’in Tom Sawyer’ın Maceraları kitabından bir alıntı ile bitireyim:“Tom artık uyanma vakti geldiğini hissetti; böyle umutsuz bir halde yaşamak gayet romantik olabilirdi, ama duygusuzluğu ve fazlasıyla dikkat dağıtan türlü türlü şeyi beraberinde getiriyordu.”


4 Temmuz, Kayseri, Türkiye


14 Mayıs 2022 Cumartesi

Geleceğin Gölgesi

Sanırım artık anlatacak bir şey kalmadı. Döndüğümde, burada bir hayat kurmaya çalışacağımı eğer bunu başaramazsam gideceğimi söylemiştim.

Yıllardır yaşadığım şehirde, yıllardır yaşadığım için, yaşamaya devam ettim. Her gün aynı markete, her gün aynı bara gittim; her gün aynı sokaklarda yürüyüş yapıp tanıdıklara selam verdim belki aidiyet hissederim diye ama hissetmedim. Bir şeyler öğreneyim istedim: Yeni bir dil çalıştım, okudum, yazdım, yüksek lisans programları araştırdım. Güzel de başladım aslında ama devamını getiremedim. Sevdiğim insanlarla, sevdiğim bir yerde çok da keyif almadığım bir işi yaptım. Baktım olmuyor oradan ayrılıp kendi işimi yapmaya başladım. Eh o da oldu diyemem.


Bir zamanlar “Eğer bu olmayacaksa başlangıç cümlesi ‘“Keep, ancient lands, your storied pomp!” cries she with silent lips’ olan bir yazı yazıp gideceğim demiştim. O olmadı, ben de yazamadım. Defalarca kez ‘Yüzük Güneye Gidiyor’ bölümünü ya da “Yasak denizlere yelken açmaya ve vahşi topraklara çıkmaya bayılırım” satırlarını okudum. Sonra ışığımı söndürüp gün bitsin diye erkenden yatağa girdim. Uyandığımda duruşmaya yetişmem gerekiyordu.


Bir gün Gebze’de bir avukat ile tanışmıştım. Yıllar önce gitmiş, dönmüş ve meslekte yirmi beş yılı devirmiş bir avukat. Patavatsızlık yapıp “Neden döndünüz ?” diye sorduğumda, derin bir nefes alıp “Bazı sebeplerim vardı, yaptım bir hata” demişti bana. Yıllar önce, sigara odasında olduğu gibi o anda da bir şimşek çakmıştı ve bu senin yirmi beş yıl sonraki halin demiştim kendi kendime. Ama sanırım o kadar güçlü çakmamış olacak ki şimşek masama döndüğümde haritayı açmamıştım daha önce yaptığım gibi.


Velhasıl kelam, amin, döndüğümde, burada bir hayat kurmaya çalışacağımı eğer bunu başaramazsam gideceğimi söylemiştim. Görünen o ki ikisini de tam olarak başaramadım.


İstanbul, Türkiye

24 Ağustos 2021 Salı

“Neal Cassady’nin Ruhuyuz”

Arkadaşlarımla buluşacağım restorana doğru yürürken, cesarete ve utanmazlığa ihtiyacım olan anlarda kendi kendime söylediğim “Neal Cassady’nin ruhuyuz” cümlesini tekrarlayıp durmuştum. Cümle işe yaramış olacaktı ki bir bar taburesinde oturmuş on beş yirmi dakika önce tanıştığım, şehirde gördüğüm en güzel kadınlardan birisi ile bira içip sohbet ediyordum. Başımı, az önce oturduğum masaya çevirdiğimde, arkadaşlarımın bana bakıp gülümsediklerini fark ettim. Birkaç dakika sonra, arkadaşlarım yüzlerinde aynı gülümseme ile yanıma gelip hesabı hallettiklerini söyleyip bize iyi geceler dilediler ve yanımızdan ayrıldılar.

Birkaç şişe daha içmiştik ki artık o malum soruyu sorma vaktinin geldiğini anlamıştım. Biraz daha orada oturup içmeye devam edersek masadan kalkamayacak ve yarım saatimizi tuvalette kusarak geçirecektik. Başka bir yere gitmek isteyip istemediğini sorduğumda tatlı bir gülümseme ile “olur” dedi ve şişede kalan son yudumları içip bardan çıktık. Taksi bulabileceğimiz ana cadde birkaç sokak ilerideydi. Yavaş yavaş yürüyerek ana caddeye ulaştık. Caddede sağa sola sallanan, şarkı söyleyip dans eden bir sürü sarhoş vardı. Orada biraz oyalandıktan sonra yoldan geçen taksilerden birisi el kol salladığımı görüp yanımıza yanaşmıştı ki biraz önce gayet samimi olduğum kadın, beni öpüp bu gece eve tek döneceğini ama beni daha sonra arayacağını söyledi ve ben daha şaşkınlığımı üzerimden atamadan taksiye binip oradan uzaklaştı.


Şaşkınlığımı üzerimden attıktan sonra kendi kendime, “Neal Cassady’nin ruhuyuz” cümlesini tekrarlayıp az önce oturduğum bara döndüm. Bara girdiğimde birkaç saat önce yemek yediğimiz restoranda tanıştığımız, birkaç defa göz göze geldiğim ve şansımı daha sonra deneyebileceğimi düşündüğüm garson ile restoranın müdürünün de orada olduğunu gördüm. Selam verip yanlarına oturup oturamayacağımı sorduğumda Japonlara has heyecanlı tavırları ile evet anlamında başlarını salladılar.  İngilizceleri yok denecek kadar kötü olsa da el kol hareketleri ve çeviri uygulamaları ile bir şekilde sohbet ediyorduk. Sohbet epey bir ilerledikten sonra dört senedir birlikte olduklarını ve bir sene içerisinde evlenmeyi düşündüklerini söylediler. Onlar adına çok sevindiğimi söylerken gecenin 202 numaralı odada biteceğini anlamıştım ama gene de keyifli bir akşam olmuştu. Birkaç kadehten sonra onlar da yanımdan ayrıldığında barın sahibi ve bir iki müşteri haricinde içeride kimse kalmamıştı.


Bardan çıktığımda saat iki olmak üzereydi. Bu defa “Neal Cassady’nin ruhuyuz” diyemeyecek kadar yorgun ve sarhoştum. Ellerimi cebime sokup “hiçbir zaman olamayacağım eve” dair o şarkıyı mırıldana mırıldana eve doğru yürümeye başladım.


İstanbul, Türkiye